Cuma, Nisan 26, 2024
YAZARLAR

Hudeybiye Barış Antlaşması Apaçık Bir Fetihtir

Çok ilginç değil mi; Kur’an’ı Kerim’in Fetih Suresi “Hudeybiye Barış Anlaşması” üzerine inmiştir ve Müslümanlara fethi müjdelemiştir; “Şüphesiz, biz sana apaçık bir fetih verdik.” (Fetih:1)

Hz. Peygamber, bütün olumsuz şartlara ve arkadaşlarının pasif muhalefetine rağmen barış anlaşmasını imzalamıştır. Zahirde baktığınız zaman sahabenin pasif muhalefetine hak vermemek mümkün değil. Anlaşma dört maddeden ibaret. Özellikle iki maddesi açıkça Müslümanların aleyhine gibi gözükmektedir.

Birincisi, çok büyük hazırlıklarla “umre” yapmak niyetiyle yola çıkan Müslümanların “umre” ziyaretleri bir sonraki yıla erteleniyor ve dolayısıyla muazzam bir moral çöküntü yaşanıyor.

Anlaşmanın en haksız, en eşitsiz maddesi ise, “Anlaşmanın geçerliliği olan on yıl içinde Kureyş’ten biri kendi hamisinin izni olmadan Müslüman olup kaçarak Muhammed’in yanına gelirse, o kişi Mekke’ye geri gönderilecek. Peygamberimizin adamlarından bir kişi Kureyş’e dönerse onlar onu iade etmeyecek.” maddesidir.

Bu madde tek başına anlaşmanın Müslümanların çok aleyhine olduğunun ispatı için kâfidir.

Hatta tevafuk o ya, tam anlaşmanın imzalanması aşamasında Mekkeli heyetin başkanının Müslüman olan oğlu Ebu Cendel zincirler içerisinde işkence görmüş haliyle gelip Peygambere sığındı. Mekke Heyeti Başkanı olan babası, anlaşma gereği oğlunun kendisine iade edilmesini talep etti. Her ne kadar Hz. Peygamber, “henüz imzalar atılmadı” demişse de karşı tarafın ısrarı üzerine ve sahabenin bütün karşı çıkmalarına rağmen Hz. Peygamber anlaşmaya sadık kalacaklarını ve dolayısıyla Ebu Cendel isimli Müslümanı iade edeceklerini ifade etti. Anlaşma bu şekilde imzalandı.

Resulallah’ın ümmetine olan merhameti Kur’an tarafından tevsik edilmişti. Dolayısıyla onun bu durum karşısında nasıl bir iç yangınıyla yandığını tahmin edebilirsiniz. “Onu bana bağışla” dedi. Ama karşısındaki Mekke aristokrasisinin en şedit zalimlerinden biriydi. Taştan bir duvar gibiydi; “Nuh diyor peygamber demiyordu.” En sonunda anlaşmanın riske gireceği anlaşılınca Allah Resulü; “Tamam istediğin senindir” dedi. Çünkü artık anlaşma yapılmış, söz verilmişti ve bir peygamber sözünden asla cayamazdı ve öyle de oldu.

Bu eşitsiz, gayri adil maddeden dolayı Peygamberin arkadaşları çok büyük bir hüzün yaşıyorlardı. Çünkü yola çıkarlarken çok daha farklı beklentilerle çıkmışlardı. Şimdi görünen o ki, zalim Mekke yönetiminin zalimce dayatmasıyla imzalanan bir anlaşmanın şartları gereği geri döneceklerdi…

Fakat sahabe de olsa hiç kimse Peygamber kadar Allah’ın muradını anlayacak ve idrak edecek kadar fetanet sahibi değildi. Kan akıtmadan barışın sağlanmasını ve adaletin tesisini arzuluyordu. Ki onun için en büyük fetih de; adaleti, barışı ve gönüllerin fethini sağlamaktı.

“Hudeybiye Antlaşması” İslam tarihinin en önemli hadiselerinden birisidir. Ve aynı zamanda İslam tarihinin ilk yazılı antlaşmasıdır. Yine bir ilk de şudur; Mekkeli müşrikler ilk defa Peygamber ve arkadaşlarını resmi olarak muhatap aldılar ve taraf olarak kabul ettiler. Bu durum Peygamber için çok önemli bir kazanımdı.

Mekke’nin Hz. Peygamber için önemi, elbette birincil olarak başta Müslümanlar olmak üzere çevre Arap kavimleri için de Allah’ın evi “Kabe”nin orada bulunmasıdır. Müslümanların en büyük özlemi özgür bir şekilde orada ibadet etmek ve şirkin aparatları olan putlardan Kabe’yi arındırmaktı.

İkinci olarak da dünyanın tek çatışmasız barış adası olan “Harem” bölgesini zulümden temizleyip gerçek bir barış havzası haline getirmekti. Yani bölgesel barışın merkezini güvenliğe kavuşturmaktı. Onun için de kan akıtmadan sözkonusu güvenliği ve barışı temin etmek istiyordu. Hudeybiye’den kısa bir zaman sonra çok büyük bir alana hükmedildi. Bölge barışını tehdit eden tüm unsurlar çok kısa bir zamanda bertaraf edildi.

Hudeybiye Barış Antlaşması ve sonrasında cereyan hadiseler, silahlı savaşın en son baş vurulacak bir çare olduğunu; asıl olanın “barışı” sağlamak olduğunu, hele hele “İslam” gibi haklı bir inanç olma iddiasını taşıyan bir “Din” için…

Kur’an sadece Hudeybiye’yi “Fethi Mubin” (Apaçık / tartışmasız Fetih) olarak bize bildiriyor. Fetih, özgür arayışın kapılarını sonuna kadar açmaktır. Arama mücadelesinin önündeki engelleri / bariyerleri kaldırmaktır. Gönüllerin / yüreklerin önünü açmaktır; iman ile insan arasındaki engelleri kaldırmaktır.

Hudeybiye’den Medine’ye dönüş yolunda bir molada çadırında dinlenirken Hz. Peygambere “Fetih Suresi”nin ayetleri indi. Çadırdan büyük bir neşeyle çıktı ve “Fethi” müjdeledi.

Ömer hala şaşkınlığını üzerinden atamamıştı ki; “Şimdi bu antlaşma bir fetih mi ya Resulallah?” diye sordu.

Resulallah’ın cevabı açık ve netti. Ne kızdı, ne azarladı, ne de yüzünü eğdi; sadece şunu söyledi: “Evet ey Ömer. Beni çekip çeviren, inşa eden Allah’a yemin olsun ki, bu kesinlikle fethin ta kendisidir.”

Ömer’in bu şaşkınlığından anlıyoruz ki, onun tasavvurundaki fetih ile vahyin fetihten kastettiği şey farklıydı. Bu surenin ayetleriyle başta Resulallah olmak üzere Müslümanların Fetih anlayışı / tasavvuru inşa ediliyordu.

Peki neydi bu tasavvur?

Fetih, toprakların ele geçirilmesi, işgal edilmesi; yer altı ve yer üstü zenginliklerinin sömürülmesi; egemenlik sınırlarının genişletilmesi değil, ırmakla suya hasret toprağın buluşmasının önündeki bariyerlerin kaldırılması gibi; imanın insana ulaşmasıydı. Hakikati özgür bir şekilde arama mücadelesinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasıydı. Ki Hudeybiye Barış Antlaşmasından sonra öyle de oldu. Nübüvvetin başladığı yıldan o güne kadar yaklaşık 20 yıl geçmişti. 20 yılın tamamının insan kazanımı, bu anlaşmadan hemen sonraki 1.5 yıl içindeki kazanımın 1/3 idi. Yani 20 yıllık insan kazanımı anlaşmanın arkasından gelen 1.5 yıl içinde 3 e katlanmıştı. İşte fetih buydu.

Barış ikliminde silahlar susar; söz güçlenir. Gücün sözünü kullananlar, sözün güçlenmesini istemezler. Onun için Hudeybiye antlaşması sözün güçlenmesi anlamında bir fetihti. Barış ortamında insanlar söz dinlerlerdi. Silah seslerinin altında tebliğ olmazdı. Onun için de savaş değil, barışı fetih olarak adlandırdı vahiy. Gücün sözü değil, sözün gücü geçsin diye…

On sene müddetle savaşın durdurulmasının karar altına alınmasından dolayı Müslümanların güvenliği sağlanmış ve Müslümanlar bütün Arabistan’ın en uzak noktalarına dağılarak süratle İslam’ı yaymışlardır. Anlaşmayı takip eden ikinci yılın sonunda Mekke’lilerin anlaşmayı bozması üzerine, Hz. Peygamber (s.a) Mekke’yi fethetmek için yola çıktığı zaman beraberinde on bin kişilik bir ordu vardı.

İslam anlayışının künhüne varabilmek ve o muazzam, muazzez inkılabı hakkıyla anlayabilmek için Peygamberin pratiğine piksel gücü yüksek bir mercekle bakmak gerekir.

Allah Resulü’nün nübüvvetinin her sahnesi bize bu gerçekliği hatırlatıyor. Hiç kimseyi inandırmak mecburiyetinde olmadığımızı ama Allah’ın Resulü vasıtasıyla bize bildirilen hakikati kıtalar ötesine ulaştırtmak / taşımak gibi bir mükellefiyetimizin olduğu hatırlatılıyor. Hedef, hakikat bilgisinin ulaşmadığı hiç kimseyi bırakmamaktır.

Hz. Peygamberin Hayber’in fethi öncesinde Hz. Ali’yi çağırarak ona yaptığı tembihi hatırlayalım. Ali Hayber’e komutan atandığında, kahramanlık şiirleri okuyarak atını bir sağa bir sola ordunun önünde sürüyordu. Resulallah çağırdı ve dedi ki “Yapma ya Ali! Vallahi senin elinle yer yüzünün alınıp da bana teslim edilmesinden, bir kişinin hidayetine vesile olman çok daha hayırlıdır.”

Evet, bu hatırlatma bütün Müslümanlar için önemli bir ölçü olmalıydı. Ne yazık ki, Rasulullah’ın irtihalinden kısa bir sure sonra tam aksi tatbik edilmeye başlandı. Fetih, saltanatın, hükümranlığın, ganimetin, toprak zaptının bir paravanı olarak kullanıldı. Ne yazık ki, günümüz dünyasında halen Müslümanların büyük bir çoğunluğu bu anlayıştalar.

Sahabeden ayrı ayrı fakat aşağı yukarı aynı manadaki şu sözler rivayet edilmiştir: “İnsanlar, Mekke’nin fethine zaferdir diyorlar, halbuki biz asıl zafer olarak ‘Hudeybiye Barışını’ kabul ediyoruz”

Son söz; “Barışın öznesi olan İslam’ı, savaşın nesnesi haline getirmek, zulümdür.”

Fahrettin DAĞLI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir