Sandığa Bu Son Gidişimiz Olabilir!
Evet, seçim yaşadık. Ve hemen ardından da devam edegelen bir yeni sürecin içine yuvarlandık. Seçimlerle ilgili tam ve gerçekçi bir değerlendirme yapmak için aslında çok erken. Bunun için belki de çok çok daha uzun bir süre geçmesi gerekecek. Aslında ne olup bittiğini bilemeden, oturduğumuz yerden, erkenden yapılan değerlemeler, boş ve kıymetsiz olacaktır.
Burada olayın seçim hukuku yönüne ve zihinlerde karışıklıklara yol açabilecek hususlarına girmemeye çalışacağım. Yani:
- YSK verilerindeki Cumhurbaşkanlığı oy oranı %48-%46 iken 15 dakika sonra nasıl olup ta %44-%49 oranına nasıl dönüştüğüne,
- Kazanma sınırına %0.48 kadar bir oran kalmışken İktidarca niçin sonuçlara itiraz edilmediğine,
- CHP’nin -meşhur- ıslak imza organizasyonun neden çalışmadığına,
- ANKA verilerin -her nereden alınıyorsa- AA verileriyle senkronize ilerlemiş olmasına, takılmayacağım.
Ayrıca, eğer milliyetçi oyları alt alta eklersek, (İYİ Parti, MHP, ATA İttifakını ve diğer partilerde de olması muhtemel milliyetçi oyları) inanılmaz bir durum ile karşılaşıyoruz: Sokakta gördüğümüz her on kişiden üçü, milliyetçi saiklerle oy kullanmış. Bu oran, (hele hele Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini ortalamadan çıkarırsak), İç Anadolu ve Karadeniz Bölgelerinde nerdeyse 10 kişide 4 kişiye kadar yükseliyor. Yani her evde bir kaç kişi siyasete milliyetçi saiklerle bakmakta. Kendi evimize bakarsak, ev hanemizde bir veya bir kaç kişi bu yönde oy kullanmış. Bu daha evvel hiç görülmemiş bir sonuç. Hadisenin gerçeklik boyutuna girmeden bir değerlendirme yaparsak ilginç bir durum çıkıyor. Bu durum gerçek ise, yoğun medya etkisinin insanlar üzerinde ne denli etkili olduğunun bir kanıtını görüyoruz: Milliyetçilik argümanları insanların zihninde ciddi karşılık bulmuş. O halde, bu seçim sonucuna göre, milliyetçilik temelli bir parti, ülkede birinci veya ikinci parti olabilmeli.
Bunlar ve zamanla belirebilecek başka istifhamların cevapları ilerideki zamanlarda zaten su yüzüne çıkacaktır diye umuyorum. O sebeple bu enteresanlıklara zaman harcamayı şu an için gereksiz görüyorum.
Seçim sürecini, (bahsedilen müphemliklere çok fazla takılmadan,) insanlara yansıyan yönüyle, bizde bıraktıkları etki yönüyle değerlendirmenin daha uygun olacağını düşünüyorum.
Varılan noktada, birinci tur sonuçlarını herkesin farklı açılardan değerlendirdiğini görüyoruz. Halkın oy tercihlerindeki yaşanan öngörülemezlik ile alakalı çok farklı analizler var. Bu analizler, halkın siyasi tercih tanımlamasını farklı açılardan değerlendiriyor. Sanki körlerin fil tarifi gibi. Yılan mı, sütun mu, hortum mu,…? Kimi halkın ulaşılamayan kesimlerinden bahsediyor, kimi bileşen gruplardan gereken çabanın alınamadığı iddiasında, diğeri toplumun olayları değerlendirme hatalarından söz açarken, başkası halkın gerçekçi bir durum değerlendirmesi için yeteri zamanlarının olmadığını söylüyor, bir başkası, Aziz NESİN’in halkı yorumlamadaki haklılığından dem vururken, bazıları da halktaki ahlaki temellerde buluyor hâtâyı…
Aslında ortada ne yılan, ne dört büyük sütun, ne kocaman lahana yaprakları, ne uzun bir hortum, ne devasa bir ağaç gövdesi var. Karşımızdaki koskocaman, bildiğimiz bir fil. Yılan kuyruğuyla, lahana kulaklarıyla, sütun ayakları, ağaç kütüğü gövdesi, hortum burnuyla bir fil… Bu siyasi sonuçlar, topluca, hep birden, bildiğimiz halkın doğrudan kendisini anlatıyor. Bu toplum, içine gözümüzü açtığımız, doğduğumuz, yaşadığımız, bizi iyi-kötü etkileyen halk. Anamız, babamız, dayımız, halamız, teyzemiz, kayınpederimiz, dedemiz, komşularımız, tanıdıklarımızdan oluşan insanlar. Eğip bükmeye çalışmak faydasız. Demek ki içinde yetiştiğimiz bu halk, bizim yorumlarımıza, algıladığımız gerçeklere, ulaştığımız bazı fikirlere ya varamıyor ya da mantık yolları farklı bir noktaya ulaşıyor. Demek ki, içinden çıktığımız bu insanların algı ve mantık işleyişleri farklı. Yoksa bütün Ülke insanlarının yarısının olayları değerlendirirken bize göre, bu kadar farklı bir sonuca varmaları, (bizim bakış açımıza göre,) bir Ülkede bu kadar hatalı bakış açısına sahip insan olması kabul edilemez bir olgu.
Olan şu aslında: Halk istediğini, istediği şekilde görüyor. Bu şekillendirmede kendi derin iç şuuru etkili. Ve bu derin iç şuuraltı bazen gerçek üstü de olabilir.
Ayrıca, algı yönüyle bu kadar farklı bir açıya sahip insanları, doğru bakış açısına çekmek, kısa vadede çokta kolay değil. Yani bu insanları dönüştürmek uzun vadeli bir çaba.
Temelde siyaset kulvarında, evvelden çok fazla bulunmamış olan KHK kitlesi için, büyük umutlarla iyi yönde bir değişim beklediğimiz bu seçim sürecinin şu aşaması, bizi çok mutlu etmedi. Ancak sonuç her ne olursa olsun, asıl önemli olan elimizden geleni yapmış olmamızdı. Aslında siyasi mecralara ve jargona alışık olmayan insanlar olarak bu platformda da elimizden geleni yaptık.
Madem durum budur, o halde önümüzdeki gidişatta ne yapılmalı? Şu an itibariyle umutsuzluk dalgalarına teslim mi olmalıyız? Umulan siyasi değişimden büyük umutları olan biz Kanun Hükmünde Kararname kurbanlarının, bu toplumsal çalkantılı günlerde, tavrı ne olabilir?
KHK’lılar olarak, mağlubiyete alışmış, planlarımızın boşa çıkmasını kanıksamış, kaybetmekten korkusu kalmamış insanlar olarak, artık yeis ve umutsuzluğa karşı bağışık hâldeyiz. Başarısızlık depresyonuna şerbetlenmişiz. Yüzüme kapanan kapılardan zaten burnumuz yassılaşmış halde. Bu yüzden aslında başkalarının ümitsizlik içinde, kendilerini kapatıp, kabulleniş ve kahroluşla her şeyden vazgeçebilecekleri noktada, üstümüzdeki tozu, toprağı silkeleyerek, yeni baştan başlama azmimiz hep oldu. Bu cesaret ve azim, hem kaybetme tecrübemizden, hem de haklılığımızdan geliyor.
Bizler zaten yıllardır, çölün ortasındaki su kuyusuna düşmüş bir kazazede gibi her geçen kervandan, bir umutla, yardım istiyoruz. Her defasında, karşılık alamadığımız kervanın arkasından ağıt yakmaktansa, yeni gelecek kervana göre hesaplarımızı yapmaya hazırlıklıyız.
Yunan Mitindeki Sisifos gibi kaderimiz kıyamete kadar, zirveye ittiğimiz kayanın, geriye yuvarlanmasının ardından, aynı yükü tekrar tekrar yokuş yukarı omuzlamak olacak belki de. Yine, yeniden denemek dışında yapacağımız başkaca bir şey yok. Hem kendimiz, hem çocuklarımızın geleceği, hem de kuyunun dibinde, susturulmuş çaresizler için yapmamız gerekenler varken, naza çekmek lüksümüz yok ki…
Evet yine denedik, yine kaybettik. Olsun, “yeniden deneriz, yeniden kaybederiz, ama daha iyi kaybederiz.” Geleceğin tarihinde ismimiz anılsın istiyorsak, tekrar denemeliyiz. Zaten başka ne yapabiliriz ki?
Hz. Hüseyin’in ifadesiyle “hayat inanmak ve mücadele etmektir”. “Mağlubiyet” yoktur, “sonuç” vardır. O sonuçtan tekrar başlamak gerekir.
Evet umutsuzluk, bazen realitenin, yanında sürüklediği davetsiz bir misafirdir. Ancak bugüne kadar, kimseye hiç bir getirisi olmamıştır.
Ve bunca mecbûra rağmen, hâlâ vaz geçmişlik içinde, sandığa gitmeyi düşünmeyenlere, son bir söz: “Bir kere daha sandığa gitmeyi deneyin. Zirâ, belki de bu son gidişiniz olabilir”.
Erdal ÇAKIR