Bir Toplumsal Yozlaşma Örneği: Nemelazımcılık
Deprem faciasına dair söyleyeceğimiz hiçbir şey, büyük felakette hayatlarını yitiren binlerce masum çocuklarımızın, vatandaşlarımızın, dostlarımızın hatıralarından daha önemli değil. Önce bunu teslim edelim, bunun bilincinde olalım.
Sonra, elbette hesap soralım hukuk çerçevesinde. Hukuken, deprem bölgesinin sorumlu makamlarına; valisinden, belediye yönetimine, o bölgelerin ilgili tüm idarecilerine, müfettişlerine, inşaat firmalarına, müteahhitlerine soralım. Bu açıdan başlatılan soruşturmaların sonuna kadar gidilmesi tarafıyım.
Siyaseten sorumlu olan ise yakın dönem iktidar mercileri ve bugünkü siyasal iktidardır. Deprem bölgesindeki inşaat güvenliğine dair neyi yapıp neyi yapmadığının, deprem sonrası kurtarma faaliyetleri aşamasındaki başarılı çalışmaların takdir edilip geliştirilmesiyle birlikte, ihmallerinde hesabı kamuoyu önünde vermelidir. Milletin hamiyetperverliğinin yanında ilgili birimlerin koordinasyon eksiklikleri önümüzdeki günlerde konuşulacak, tartışılacaktır.
Eğer siyaset, toplumların kendisine başvurmak zorunda oldukları bir sanat ve teknik ise, onu ahlaki ve gerçekçi özünden koparmadan, çıkar ve iktidar hırsına malzeme yapmadan icra etmek gerekiyor.
Ben ise bugün başka bir konuya dikkatleri yoğunlaştırmak istiyorum. Kangren olmuş, metastaz yapmış bütün bünyeyi sarmış bir hastalık üzerinde duracağım. Sadece yönetim kadrosunu değil tüm toplumun rehabiliteye muhtaç olduğu bir konu. Kamusal alanda, özel sektörde, müstakil yaşamda, kısaca her yerde sıkça karşımıza çıkan nemelazımcılık, duyarsızlık, adamsendecilik.
24 Ocak 2020 tarihinde doğup büyüdüğüm memleketim Elâzığ 6.9-7 şiddetinde depremle sarsıldı. Bugünkü felaketin sonuçları gibi büyük yıkımlar olmadıysa da yine harap olmuştu şehir, yerlere serilmişti hanümanlar, buruşmuştu çehreler, bükülmüştü beller…
Hemşehrim, ülkemizin aydınlık yüzü, Bilim Akademisi asli üyesi Prof. Dr. Naci Görür Hoca’nın Elâzığ depremi sonrası açıklaması çok değerliydi: “Arkadaşlar, Elazığlı olmam nedeniyle, Elazığ’da bir zamanlar Elazığ’ın depremselliği ile ilgili konferanslar verdim, uyarılar yaptım, Elâzığ ve köylerini depreme hazırlayın dedim. Bu konuda kitaplar basıldı. Ama maalesef pek bir şey yapılmadı. Tıpkı İstanbul’da olduğu gibi. Bununla da kalmadık. Yine Elazığlı olan Prof. Namık Çağatay ve İTÜ’deki arkadaşlarla birlikte Bingöl, Elâzığ, Malatya, Maraş valilik ve belediye başkanlıklarını ve bu kentlerdeki üniversiteleri bir araya getirdim. Harita Genel Komutanlığı’nı da işe katarak proje hazırladım. TÜBİTAK, DPT gibi birçok yere başvurduk, reddedildi. Halbuki her fay kuşağında depremin er geç geleceği biliniyor. Neden daha ortada deprem yokken oralar ele alınmıyor? Bileniniz var mı?”
Ve sonrasında Çelikhan-Pazarcık-Türkoğlu fay hattı konusundaki haykırışı, çırpınışları dün gibi hatırımda.
Günübirlik politikaların, kocaman hırsların, “bir şeyolmaz” demelerin yerine önlemler alınsaydı bugün yaşadığımız acılar bu kadar büyük boyutta olmayacaktı. Dolayısıyla, söz konusu “sorumluların sorumsuzluğu” hoyratlığını kendi başına bir problem olarak ele almak gerekiyor.
Maalesef ki bunun örnekleri o kadar çok ki…
Orman yangınlarındaki ihmallerimizden tutunda, Soma faciasına kadar sayamayacağımız ve ders çıkarmadığımız onlarca vaka…
Her şey ilahi kaderi planda olduğu gibi, kuşkusuz o sonuç da kaderde olmuş olur. Ama alanında çok değerli bilim insanlarının bilimsel çalışmalarına ve emeklerine kulak verip önlemler alınsaydı, kaderimizde o olmuş olacaktı.
Toplumsal ve yönetimsel ihmalkârlığımızı “kader” inancının yanlış bir yorumu üzerinden inançsal kavramlara mal edip meşrulaştırma kolaylığında boğulmasak keşke.
Eksikliklerini, yetersizliklerini, hatalarını “kader” ile örtmeye alışmış zekalar nezdinde suçlu hep ya doğanın kendisi ya da Yaratıcıdır.
Asıl yüzleşmemiz gereken, bu hoyratlığın, sorumsuzca tavırların, ihmalkârlığın, sosyolojik kodlarının tespit ve deşifresi.
En önemlisi sanırım, yerellikten kurtulup “çağın icapları neyi gerektiriyorsa yapılmalı” kısmında geç kalan bir toplum oluşumuz. Konfor alanımızı genişletecek, yaşamı kolaylaştıracak modern teknolojik gelişmeleri ithal edip alıyoruz, ama nasıl kullanacağımız konusunda tamahkar ve bilinçsiz tüketim yığınlarına dönüşüyoruz. Bunların prospektüsüne, kurallarına, güvenlik şartlarına yeterince dikkat etmiyoruz.
Gelişmek için, bilime, bölgesel şart verilerine ve ahlaka dayalı bir “standart” oluşturup hayatın akışı içerisine yerleştirmemiz gerekiyor.
Peki bu mümkün mü?
Mümkün, imkânı var: Akıl, bilim ve vicdan.
Örnekleri kendinden menkul bir dünya ve bu konuda muasır medeniyetler seviyesini yakalamış hem doğuda hem de batıda model ülkeler var.
Dayanışma yaşatır…
Vahap AKTAŞ