Kalan 974 Sene: Bir 28 Şubat Güncesi
Şubat ayı iyi geçmedi. Olağanüstü kurak geçen kış mevsiminin Şubat ayı, kapanan konsolosluklar, boğaza demirleyen bir savaş gemisiyle başladı, yıkıcı bir depremle devam etti. Siyasi ve sosyal girdaplarla sürmekte.
Başında deprem ile aydığımız bu ayın sonu da zihnimizde yine kabuslar gördüren eski hatıralarıcanlandırıyor: 28 Şubat süreci gözümüzün önünde, bir gerilim filmi gibi beliriyor.
Necmettin Erbakan‘ın başbakan, Tansu Çiller‘in dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı olduğu 28 Şubat 1997’de yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla, süreç start almıştı.Özetle, 18 maddeden oluşan 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarıyla, Türkiye, bir standart anlayış kalıbına uydurulmaya çalışıldı.
Kararların hemen ardından uygulama safhasına geçildi, gerek Devlet kadrolarındaki çalışanlar, gerek sokaktaki sıradan insanlar ve hatta özel sektör için, süreç kolay olmadı; mitolojideki Procrustes’in demir yatağı, gibiinsanlar, birilerinin planladığı “kalıplara” sıkıştırılmaya çalışıldı. Kalıba sığmayanlarşöyle ya da böyle kenara alındı.
1997 yılı Şubat ayı MGK kararlarından sonra Ülkede hiç bir şey eskisi gibi olmayacağı gibi özelde benim için de olmamıştı. O tarihte mensubu olduğum bakanlık, bütün çalışanlarının “ iç karakter ve yönelimini” tespit için yurt sathına müfettişlerini salmış ve ben de dini bütün bir müfettişçe yapılan inceleme sonucu, “ …ilke ve inkılapları tam olarak özümsememiş…” ilan edilmiş, kaymakamlık görevinden alınarak Bingöl’e Hukuk İşleri Müdürlüğüne gönderilmiştim. O tarihte şimdiki gibi –suç fiili olmasa bile, bakan oluruyla görevden atma-cin fikirliliğini henüz keşfedemediklerinden, yapabileceklerinin en kötüsü ancak bu olabilmişti.
Yıllar evvel 28 Şubat sürecini yaşamış biri olarak, süreç hakkında verilecek tanımlamalardan biri de, bence şudur: “toplumu dönüştürme programı.”
Bu süreçte, toplum “ Batı Çalışma Grubu” benzeri yapılarla, çoklu bir kıskaca alınıp, çoban köpekleriyle ağıla yönlendirilmeye çalışılan bir sürü gibi, bazı irreel hedeflere sürülmeye çalışılmıştı.
Bütün kamu çalışanları, istenen yönde tavır ve karakter geliştirsin diye yoğun -hizmet içi eğitime- tâbî tutuluyor, bir nevi kişilik değişimine zorlanıyorlardı.
Bu dönemde, kamu alanındaki “kıskaçlardan” biri de, o dönem anılan ismiyle “irtica ile mücadele Kurulları” idi. Her İlde bu kurullar Valilerin başkanlığında, askeri yetkililerin etkili eleman oldukları bir kurul olarak görev yaptı.
Bu kararlar çerçevesinde, toplum sanki bir sömürge Valiliği idaresindeymiş gibi bir takım zorlamalarla cendereye alınmış ve halkın kendi olan öz değer ve inanışları bir diktatörlük rejimi anlayışıyla, köreltilmeye zorlanmıştı.
Bütün ömürleri kışla, lojman ve ordu evi üçgenine sıkışıp kalmış ve halktan kopuk bir elit tecrit dünyasında yaşayan etkili üst TSK kadrosu, halkın gittiği yanlış yolu doğrultmaya gayret etmişlerdi.
Diğer bir konu da, İmam Hatip Okulları idi. İktidara gelmek için bu okulları epeyce kullanan zamanın Başbakanı Necmettin Erbakan, ne daha evvel genel başkanlığını yaptığı Milli Selamet Partisi ile MC hükümetinde, ne de Refahyol koalisyon hükümetleri sürecinde bir tek İmam Hatip Okulu açmamış, fakat bu 28 Şubat kararlarıyla bu okulları bir nevi söndürmeye vesile olmuşlardı.
EMASYA planları çerçevesinde, toplumsal olaylarda askeri yetkililerin kontrolü ele almasını öngören düzenlemeler yapılmıştı. Askeri otorite, eğitimden ulaşıma, sağlıktan güvenliğe, hemen her alanda karar alıcılar arasında yer almıştı. Bölge Garnizon komutanları, ilgili alandaki İl Valilerini kendi başkanlığında toplantıya çağırabiliyor ve gereken -kararlar- topluca alınıyordu.
O tarihte, Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun bir sözü, sürecin mottosu olmuştu: “ 28 Şubat bin yıl sürecektir. “
Zamanla, bu kıskaçlar tavsamaya ve Devlet otoritesindeki taşlar yerlerine tekrar oturmaya başladığında evvela EMASYA planları makulleştirildi ve Valinin talebi olmadan askerin “kışlasından” çıkamaması ve kontrolün Valilerde olması kararlaştırıldı.
( Daha sonra 2016 Haziran ayında, -her nedense- bu düzenleme, hükümet kararıyla, birden iptal edilip, askeri güçlerin, kendiliğinden de toplumsal olaylara müdahale edebileceği kararlaştırıldı).
Devamla, 28 Şubat sürecindeki Devlet Kurumlarının işleyişinin kendi mecralarına alınması ve mantık dışı etki ve yetkiye ulaşan güvenlik güçlerinin kendi alanlarına çekilmesi ve daha da ötesi -kendini darı zanneden kişi misali- bu durumun sivil yapılara da inandırılabilmesi için bazı iç eğitim ve rehabilite çalışmaları yapılmıştı.Devlet yapısındaki tahribatı düzeltmek kolay olmadı.
Ne günlerdi. Kabus gibi, distopik bir akıl tutulması zamanıydı. İyi ki de bitti…
Bitmek mi? Bitti mi acaba?
Gelinen nokta: ’97 yılının Şubat soğuğu, bugün yüzümüze kutup soğuğu olarak çarpıyor.
Nasıl bu noktaya evrildik?
28 Şubat anlayışı ile mücadele etmenin en büyük etkisi, şu anda görüldüğü üzere onlara benzemek oldu.Nietzsche’nin ifadesiyle, Canavarlarla mücadele etmenin en kötü etkisi zamanla canavarlaşmaktır. Asıl yenilgi, düşmana benzemektir.
Dünün mağdur geçinenleri, bugün, o tarihte uygulananların esaslısını mı yapıyorlar acaba?
Dönem benzerliklerine bakalım:
İnsanlar mesleki başarı ve katma değerlerine göre değil de, biat ve saplanmışlıklarına göre ayrıştırılmaya başlanmıştı.Devlet çalışanlarıakademik ve bürokratik seviyelerine göre değilde, üzerlerindeki tekstil malzemesi ve sosyal ortamlarda tükettikleri içeceklere göre sınıflandırılmaya başlanmıştı. Bugün de çok farklı değil.
Her zaman olduğu gibi, medya, bürokrasi ve iş dünyası da -makul- gerekçelerle, halkın bu yola getirilme fedakarlığına destek vermişlerdi. Bugünkü gibi.
İktidara sahip olanlar, diğerlerini dışlıyor, kendilerinden olmayana nefes alma imkânı vermiyorlardı. Günümüzde farklı mı?
Gerçek şu ki: İnsanlar, kalplerinin derinliklerindekiler “tahmin” edilerek ayrıştırılıyorsa, 28 Şubat hala hayatta demektir.
İpe sapa gelmez gerekçelerle insanlar toplumdan soyutlanıyor, düşman ilan ediliyorsa, 28 Şubat tam da gayesine gelmiştir.
O tarihte, iş insanları inanışlarından dolayı boykotlara uğramışlardı. Bugün de insanlar, boykotun ötesinde iş hayatları sona eriyorsa, 28 Şubat’ın sona erdiğini söylemek saf dillik olur.
O tarihte, yaşananlara itiraz edenler, aynı haksızlıkları kendileri katmerlisiyle ve hatta o tarihteki faillerin temsilcileriyle birlikte yapıyorlarsa, 28 Şubat bitmemiş, döneme ifadesini veren söylemle : “ bin yıl “ sürmeye devam etmektedir….
Hakiki demokrasinin ve insan haklarının bu ülkeye uğraması için ne kadar daha beklemeliyiz? Bin yılın sona ermesini mi bekleyeceğiz? Kalan dokuz yetmiş dört seneyi mi sayacağız? Bu toprakların kaderi, hep akıl dışılığın akla galebe çalma gayretiyle anılmak mı olacaktır?
Erdal ÇAKIR