Sorumlulara Sorumsuzca Haller; Bize De Acı, Izdırap ve Matem Düştü
Soğuk ve efsunlu kış gecesinde kaldığım odaya, ahengi bozulan kalbime ve doğup büyüdüğüm, misafiri olduğum şehre hüzünlü bir sessizlik hakimdi.
Ölümü ve geceyi içine saklayan bir sessizlik. Ölüm, gün doğumundan daha yakındı, ama bilinmeyecek kadar uzak…
Takvim yaprakları şubatın altısını, akrep ve yelkovan gece 02.09 u gösteriyordu. Ay, geceyi hançerliyordu yine, her zaman yaptığı gibi.
Birkaç satır “kendime notlar” diye; “Kar yağışını seviyorum. Sanki çirkinleşen dünyaya kısa süreli bir nefes, soluk molası gibi. İhtirassız bir beyazlığı, ferahlatıcı bir dinginliği var. Sessiz ve yormuyor… Sonra aklıma evi barkı olmayan insanlar, elleri üşüyen çocuklar, aç susuz hayvanlar geliyor. Ve sevgim azalıyor” karalamışım önümdeki kâğıda, hasret kaldığımız lapa lapa yağan karın verdiği ilhamla.
Şehir, sessiz ve uykuda…
Ne de büyük umutlarla gözler kapanmıştı geceye. Sonsuz kâbusun başlamasını istemiyordu yıldızlar. Gece, havanın soğuk ve karlı olacağını demişti kanallardan birinin bildik sunucusu akşam haberlerinde.
04.17 de soğuğun en zifirisine, karanlığın en koyusuna, sessizliğin en korkuncuna ve sesin en derin çığlıklarına mahkûm halde yakalandık, hayata hakimmişiz edasıyla.
Beton yığınları üşüşmüştü Gazi şehre, Kahraman kente, Adıyaman’da Cendere köprüsüne onlarca şehre, yüzlerce beldeye, binlerce bedene, milyonlarca sineye…
Ve defne yapraklarının usul usul matemini tuttuğu Asi nehrine…
Yola düştüm delice…
Sokaklar harap, caddeler gözyaşı seylapları, yollar ise çıkmaz sokak. Umudunu yitirmiş gözler. Çaresizlik ölüme gebe gibiydi sessiz matemler eşliğinde.
Asi, yaşlı bir nehir. Antakya da kadim bir şehir…
Rüzgârın bile insanlarına zarafet fısıldadığı, görgünün, gün görmüşlüğün kalplere yazgılı şehri…
Asi uzun bir nehir, Antakya bir uzun tarih. Her hali aşk, her demi hüzün, her mevsimi hazan…
Antakya, taze bir gelinin elindeki kına, Asi küçük bir kız çocuğunun saçlarındaki defne yaprağı gibi güzel kokulu.
Ey Asi, asaletin asiliğinden mi bilinmez ama, çoğu zaman hayat üfledin, ne oldu da çaresizliğin esaretinde ölüm müjdeledin insanlara.
Sen hiç ağladın mı Asi, beton yığınlarının altında kalmış çocuğunun elini sımsıkı saran, bir ümit diye haykıran, gözyaşları çağlayanlara dönen bir baba çaresizliğinde.
Paylaştın mı acını buğulu gözlerinle, kesik ve kısık cümlelerinle sessiz ve çaresiz bir gecenin karanlığında.
Sen hiç yarenlik etmemiş miydin yıkık dökük, harap evleriyle Defne’ye, Harbiye’ye? Kısık bir ses duyarım ümidiyle inatla ısrarla takatin bitip tükeninceye kadar aradığın oldu mu terk edilmişliğin hüznü içerisindeki beton yığınlarını.
Vaktinden önce gider mi insan? Gittiler, gidiyorlar işte. Duvarda resimleri, hırkaları, cebinde fotoğrafları, sevdiği şarkıları, türküleri, emeğini, ekmeğini…Hiçbir şeyi derleyip toparlayamadan gittiler, gidiyorlar. Veda edip gidiyorum bile diyemeden.
Yanındaki parka gelip oynayan çocuklar küstü mü sana Asi? Artık gelmiyorlar mı güzel gözleriyle, cennet kokan tenleriyle, cıvıl cıvıl sesleriyle oyun oynamaya? Yoksa onlarda küçücük insanların kocaman hırslarına mı heba?
Diyeceğim o ki Asi, küçük insanların, küçük hesaplarıyla annelerin, babaların, canların, cananların o güzel, tertemiz hayallerinin, yaşam sevinçlerinin gözyaşlarıyla bitmesine hep birlikte izin verdik.
Ne bileyim işte Asi, sorumlulara sorumsuzca haller; bize de acı, ızdırap ve matem düştü.
Ey Asi, gücün yeter mi?
Elimizden tut, al götür bizi şu gecenin ürkütücülüğünden…
Vahap AKTAŞ