Deniz Kabuklarından Bir Dünya

“ Gecenin şerrinden, karanlığı yarıp sabahı çıkaran sabahın Rabbine sığınırım” (Felak-1)

Bir Şubat gecesi, karanlığın derinliklerinden çıkagelen bir felaketle silkelendik. Bir kısmımız doğrudan felaketin odak gözünde, fiziken ve ruhen, diğer kısmımız uzakta, kalben ve zihnen yaşadı bu çarpma ikâzını. Kaçabilenler, çorap, terlik bile belki de alamadan fırladıkları sokaktan dönüp geriye baktıklarında, o ana kadar kendilerinin zannedip şimdi ise arkalarında bıraktıkları bütün fiziki varlıklarının, arkada kalakaldığını, o ana kadar kendilerinin zannettikleri hiç bir şeyin aslında kendilerinin falan olmadığını idrak ettiler bir anda.

 Yiyemediğimiz ve giyemediğimiz hiç bir şey bize ait değildi demek ki. Koskoca evimiz, buzdolabındaki nevalemiz, gardıroptaki elbiselerimiz, cüzdanımızdaki banknotlar, hepsi geride kalmıştı ve bize ait olduklarının hiç delili kalmamıştı. Yalnızdık. Üstümüz ve içimizdekilerle yalnızdık. Onlar bile idaretendi ve omzumuzu kaplayan basit örtünme aparatları bile geçici idi. Hatta içinde canımızı taşıdığımız vücudumuz bile ne kadar eğreti duruyormuş meğer. Hayatımız bile bize tam olarak ait değilmiş. Yoksa ne diye bizi bırakıp gitsindi ki?

Demek ki aslen biz buralı değiliz, bu dünyaya ait değiliz. Yoksa böyle gider ayak durmazdık ortalıkta. Hayat hep: ha bitti, ha bitecek diye tedirgin etmezdi içimizde bir yerleri.

Meğer, tüm sahip olduğumuzu zannettiklerimiz, tapu dairesinin ciltlerindeki bir mürekkep lekesi, banka bilgisayarlarındaki bir dijital elektrik yükü imiş. Şehirler arası bir tesisin lavabosunda unuttuğumuz kol saati gibi hepsi, her an kendi asıllarınayani biz-siz olma durumlarına dönebilirlermiş meğer.

Bütün bize güç verdiğini düşündüklerimiz, yanımızda tutarak, giyerek, taşıyarak, kayıtlarda karşısında ismimizi yazdırarak gurur ve özgüven aldıklarımız, toptan bir vehim imiş demek ki.

İdrak ettik ve hatırladık ki: biz bu dünyaya sahip olmaya değil şahit olmaya gelmişiz. Sabahın güzelliğine, öğlen güneşinin dokunuşlarına, ikindi vakti tarladaki ekinlerin toplu salınışlarına,akşam ayın doğuşuna, denizlere, dağlara, çocuklarımızın yüzündeki saflığa, dünyaya, kainata, tüm yaratılanlara şahit olmaya, bu harikûlâdeliklerin anlattıklarını dinlemeye, sırlarını arayıp bulmaya gelmişiz bu dünya yüzüne.

Kumsalda bulduğu taşları, kabukları sahiplenen, bunlardan kendine bir dünya kurançocuğa,eve dönüşte, topladıkları çer çöpü attırdıkları, plastik kovalarını ters yüz ettirdikleri gibi, biz de ceplerimize doldurduğumuz şeyleri yanımızda götüremeyeceğiz. Onları bıraktıracaklar bize. Arkamızda bırakıp, yalın ve çıplak, varış mekanımıza dönüp gideceğiz.

Sahibi olduğunu düşündüğümüz hiç bir şeyin bizim olmadığı ve aslında ne olduğumuz, neyin sahibi olduğumuz-olamadığımız ve hakikatte, bizim kime ait olduğumuz gerçeği şuurumuzu kamaştırıyor.

Hiç bir şeyimiz yok ve gerçekte hiçiz. Bize bir anlam katan, hiçliğimizi katlanır hâle getiren ise yaratıcıya ait olmaktır; sığınılacak yegane kapı tarafından sahiplenilmiş olduğumuzu hissetmektir; sahipsiz olmadığımızı bilmektir; bu kapıya kul olmaktır, hayatı dayanılır kılan.

Mülk ve güç sahibi olduğumuz vehmi, insanoğlu için tam bir maskaralık ve komik duruma düşmektir aslında… gecenin karanlığında bir ikaz, bize her şeyi hatırlatıverir ansızın. Anlarız her şeyin boşluğunu, boşluğumuzu.

Çile çıkaran dervişleriniçlerindesakladığıızdıraplı gönülleri gibi hissediyoruz bugünlerde. Her sabah ağrıyan dertlerle uyanıyoruz bugünlerde.

İnsanlığımız ağrıyor.

Erdal ÇAKIR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir