Farklı Renkler, Farklı Diller
Dünya Futbol Kupası, bütün dünyada bir heyecan fırtınası estirdi. Gündemi bir süreliğine değiştiren bir sihirli değnek gibi, gündem bir çok kişi için, kısa süreliğine askıya alındı. Dertlere, tasalara kısa bir ara verildi. Ancak Futbol, bu toplumsal duygu patlaması etkisi yanı sıra, bir takım kitlesel çalkantı ve olaylara da yol açabiliyor. Ki dünyanın farklı yerlerinde, bu heyecan fırtınası, toplumsal olay boyutunda karışıklıklara da sebep olabildi.
Futbol bizde de benzer alışılmadık etkilere sahip. Kadıköy’de, Fenerbahçe maçının olduğu günler, üzerinizde karşı takımın renklerini andıran bir giyim kombini ile dolaşmak, fiziken ve ruhen ciddi riskleri barındırabilir. Tabii bu durum sadece Fenerbahçe için değil, başta İstanbul takımları olmak üzere, belli başlı tüm futbol takımları için söz konusu. Sair zamanlarda etrafımızdaki sıradan kişiler, o gün üzerlerinde farklı bir kimlikle, ruhlarının gizlide kalmış özelliklerini dışa aksettirebiliyorlar.
Peki insanları böyle bir haleti ruhiyeye sokan nedir ve insanlar bir spor takımını hangi saiklerle tutar? Belki de bir akademik tez kapsamındaki bu konuyu burada sadece ana hatlarıyla ve kısa analiz kolaylığıyla cevaplayacak olursak: insanlar, aileden, arkadaş çevresinden dolayı yahut o semtte oturmak gibi bazı basit temelli gerekçelerle takımlarını tutar. Ancak bu basit bir sebebe bağlı seçiminin sonuçları hiç de bu kadar basit olmayabilir. Seçim bazen rastlantısal bazen de çok sıradandır. Ancak bu seçimin ardından, bu uğurda akıl almaz işler yapılabilir. Artık “taraftar” olmuş kişi, maç günü işini gücünü terk edebilir, takımı adına, arkadaş ve tanıdıkları hatta yakın akrabaları ile tartışır, bozuşur hatta daha ilerisine bile gidebilir. Peki bu koyu taraftarlar bu hale gelirken nelerden etkilenirler de böylesine bir ruhi duruma girerler? Sıradan bir olgu gibi başlayan böylesi bir basit seçim, nasıl hastalıklı bir hale dönüşür? Nasıl bir kırılma, böyle bir noktaya savrulmaya yol açar?
Bunun psikolojik temeli, bir yönüyle belki de insandaki aidiyet, sahip olma, sahip olunma ve korunma ihtiyaç ve dürtülerinin dış dünyaya çarpık bir aksi olabilir. Kaynağı bir inanç ve fikre dayanmayan bu ve benzeri saplantılı bağlılıklar, sadece spor sosyo-kültürel alanında değil, paradoksal olarak, inanç ve fikir kaynaklı -zannedilen- bazı siyasi ve ideolojik temelli platformlarda da görülmekte. Açıklayalım:
İnsan, kendisinin hiç bir iradi seçim fonksiyonun olmadığı aile, millet, doğduğu şehir ve ülke gibi mefhumlara karşı kuvvetli hisler besler. İnsanda çocukluğunda oluşan korunma ve aidiyet hissi, sonraki yıllarda değişime uğrayarak ve güçlenerek farklı görüntülerde dışa yansıyabilir. İnsan bir aile içinde kendini bulur, o aile tarafından korunur, yetiştirilir, sevilir. O ailede yetişir, büyür. Tabii olarak ta ailesine bağlanır, onları sever. Kendisinin yaptığı bir seçim ve tercih olmadan kendini bulduğu bu yakın çevresine karşı sıkı bağlar oluşturur. Anne, babasını, kardeşlerini diğer başkalarından ayrı tutar, onlara karşı hissi bir bağ oluşturur. Bu bağ zaman zaman bir çok maddi değerin ötesine geçer. Sıklıkla da insanlar ailelerini diğer hemen herkesten ve belki de her şeyden daha çok sever ve onlara daha çok bağlanır. Çocukların anne ve babalarına, kardeşlerine olan sevgi ve bağını sorgulayamazsınız. Bu herkese tabii ve tamamen normal ve hatta muhakkak olması gereken bir durum olarak gözükür.
Kişi, anne, baba ve kardeşlerden oluşan çekirdek daireden sonraki dış dairedekileri de, akrabalarını da sever. Daireyi daha da büyütürsek, evvela yakın, sonra uzak akrabalar, sırasıyla yakın komşular, aynı mahalledekiler, köydekiler, şehirdekiler, bölgedekiler ve nihayet aynı ülkedekiler de yine kişinin bağlılık ve sevgi skalasında derecesine göre yer alır, bu topluluklara da kişi bir yakınlık, bir muhabbet hisseder. Aslında bir aile üyesinin kendi ailesini sevmesi ve onları kayırması ile ülkesini bütünüyle sevip kayırmasının vasıf olarak bir farkı yoktur. Bu yönelimler, temelde aynı insani hislere dayanır. Tek fark ilk daireden genişledikçe diğer dış dairelere doğru kişinin yakınlık ve bağlılık hissinin nicelik yünüyle kısmi bir azalma yaşamasıdır. İnsanın yaradılışında bu yakınlık duyma ve bağlanmalar temelde vardır. Bu bağlılık dar çapta aileden başlayıp diğer uçta en geniş sınırda millete ulaşan bir his yoğunluğudur. Bu iki uç daireden ilk dairedeki hislere “ aile sevgisi” denildiği gibi, en geniş dairedeki sevgi ve bağlanma da “milliyetçilik” olarak isimlendirilir.
Bir insanın kendi öz anne ve babasına, kardeşlerine, yakın akrabalarına karşı olan sevgi ve yakınlığını nasıl kınayamaz, yanlış göremez isek kendi toplum ve ülkesine karşı hissettiği “ milliyetçilik” düşüncesini de yine aynı şekilde yanlış, hatalı göremeyiz. İnsanlar Kur’anda da ifade edildiği üzere: “O’nun kanıtlarından biri de … dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır.” (rum 22). Yine kur’an ifadesiyle, (Hucurat 13) insanlar, kavimler halindedir.
Aile ve millet sevgisi insanın fıtratındadır. Burada temel ilke: bizler nasıl kendi topluluğumuza karşı bağlılık hissediyorsak, başkalarının da yine kendi topluluklarına karşı aynı şeyleri hissettiklerini kabul etmektir. Kimse kendi toplum bağının başka toplumlardaki bağlardan daha üstün olduğunu söyleme hakkına sahip değildir. Zira bu tamamen soyut ve ispatı mümkün olmayan bir iddiadır.
İnsanın ailesini toplumunu ve milletini sevmesi, bir nevi kendisini bu toplum, bu aile ve bu millet içinde yaratan Allah’a karşı bir teşekkürdür, bir razı olma göstergesidir. Ancak bilinmelidir ki bu teşekkür ve razı olma hali bütün herkes için geçerlidir.
Ancak ilk bakışta tabii-fıtri ve normal-sağlıklı görülen bu duygu, anlayış ve böylesi sosyal-sanal algılar, toplumda ciddi ayrışma potansiyeli taşımakta, çok büyük travmalara ve sosyal çalkantılara da yol açabilmektedir. Dozu yanlış ayarlanmış her ilacın zehire dönüşmesi gibi, milliyet bağlılığının hastalıklı hali, ırkçılığa dönüşür…Kendi milliyetini sevmenin sınırı, kendi milletini en üstün görme noktasıdır ki bu noktada “ırkçılık” kavramının sınırlarına girmiş oluruz.
Kainattaki ilk ırkçı varlık şeytandır. Kendisinin ateşten yaratılmasını üstün görüp, Hz Adem’i toprak kökenli olması sebebi ile aşağılamıştır.(A’raf 12, İsra 61-62)
Bazı toplumların kendi milletleri uğruna daha fedakar gözükmeleri sadece kendi çevre ve fıtratlarındaki hırçınlık ile açıklanabilir. Bazıları başkalarına göre kendi toplumları için daha gözü kara hareket edebiliyor, daha gözü kanlı olabiliyorsa, bu kendi milletlerinin daha üstün olmalarından değil kendilerinin toplumları adına daha hırçın ve uzlaşmaz tabiatta olmaları yahut öyle yetiştirilmelerinden kaynaklanmaktadır. Yoksa, içinde olmakta kendisinin hiç bir
dahlinin ve tercihinin söz konusu olmadığı bir toplumdan dolayı, diğerlerine karşı büyüklük ve üstünlük taslamak tamamıyla temelsiz ve hastalıklı bir ruh halidir.
Bu histeri ve kontrolsüz hisler, farklı alanlarda suiistimale de müsait bir vasat oluşturur. Otoriter bir gücü elinde tutanlar, kendi çıkarları doğrultusunda, bu sanal ve temelsiz ayrımları yücelterek bu uğurda halktan -ölmek dahil- bir çok fedakarlık istemeyi meşrû ve haklı gösterirler. Bu hisleri kullanarak, toplumu istedikleri yönde manipüle edip, normal şartlarda aklı başında insanların yapmayı aklından bile geçirmeyeceği şeyleri, büyük bir aşk ve şevkle yaptırabilirler. Burada varılan nokta insanın aile ve millet sevgisinin çarpıtılarak suiistimalidir.
Yaratılışımızda olan aile-millete bağlılık hissini, doz ve ayarında, kendi çerçevesi dahilinde kabul etmek ve suiistimal kapısını kapalı tutmak gerekir. Evet, herkes kendi milletini sevebilir. Fakat bu kendi milletini diğerlerinden üstün görmeye bir sebep olamaz. Ve nihayeten, (Hucurat 13’teki ifadesiyle) üstünlük soy veya sopta değil, takvadadır.
Erdal ÇAKIR