Hukukun Ahlakı
Adalet ,toplumsal yaşamın başlamasıyla ortaya çıkıp evrensellik kazanan bir kavramdır. Grup, aile, kabile, imparatorluk, devlet gibi süreçlerden geçerek insan bilinci ile birlikte evrensel değerler yönünde değişti ve değişmeye devam ediyor.
Toplumsal yaşamın devamı için, herkesi eşit şekilde kapsayan bir adalet anlayışı olmak zorunda. Adaletin yazılı/yazılı olmayan kuralları/değerleri insanların yaşadıkları coğrafyadaki sosyal, ekonomik ve kültürel varlıkların etkisiyle ortaya çıktı. Kurallar aynı zamanda doğruyu yanlıştan ayırt eden ahlaki ve vicdani değerleri temsil ederler.
Yazılı/yazılı olmayan (stran, helbest, çirok vb) kurallar ve değerlerden oluşan adaletin temel amacı toplumsal yaşamın devamı için haklıyı korumak, doğruyu ve gerçeği savunmaktır. Gelenek, görenek, inançlar dahil bütün kültürel değerler adalet işlevi görürler.
İnsanoğlu düşünen bir varlık olduğu için istek, arzu, ihtiyaç, beklenti gibi farklı eğilimleri vardır. Bunları yerine getirirken diğer insanların haklarına zarar vermemesi, toplumsal yaşamın devamı için adalet dediğimiz herkesi kapsayan kurallar ve değerler sistemi gereklidir.
Diğer durumda haklı olanın değil, güçlü olanın kazanacağı bir kaos ortamı ile birlikte huzur, birlik ve barış içersinde bir arada yaşamının koşullarını yok edeceğinden toplumsal yaşamın devamı mümkün olmayabilirdi. Kaldı ki, tarih adaleti olmayan hükümdarın, reisin!, paşanın, ağanın, veya eşkiyanın adaletsizliğinden kaçarak, toplumsal yaşamını farklı bir yerde devam ettirmek zorunda kalan topluluklara tanıktır.
Devletin ortaya çıkmasıyla birlikte haklıdan, doğrudan ve gerçekten yana olan yazılı kurallar adalet mekanizması ile tahsis edildi. Teknolojinin, bilimin, bilginin gelişmesi, sınırların aşılması ve yayılması sonucu insanlar toplumsal yaşamın devamını sağlayan adaleti; doğruluk, özgürlük, şeffaflık, eşitlik, barış adına daha bilinçli ve evrensel değerler temelinde sorgulamaya başladılar. Bu anlamda, adalet adına sorgulamak, eleştirmek, doğruyu ve gerçeği öğrenmek gazetecilerin, kurumların ve sade vatandaşların sorumluluğu haline geldi.
Adaletsiz gücün adalet anlayışına göre yalanın yalan, yanlışın yanlış olduğu gerçeğini ortaya çıkarmak; adaletsizliğin adaletsizlik olduğunu haykırmak suç sayılır oldu. Toplumsal barış ve istikrarı ancak doğruyu, gerçeği, eşitliği, şeffaflığı, düşünce özgürlüğünü kapsayan bir ADALETin var olması ile kurmak mümkündür. Bu yüzden eşitsizlik, baskı, yasak ve ceza ile kurulan bir “adalet” anlayışı geçmişte olduğu gibi günümüzde de toplumsal barış ve istikrarın önünde büyük bir engeldir.”
Öyleyse “Dindar” olduklarını gerekli gereksiz beyan eden, dindarlığını politikada da tepe tepe kullanan bir siyasi anlayışın, yirmi yıldır ülkede yarattığı ahlâk çöküntüsü artık dudak uçuklatmaya başladı… Duyduklarımız, gördüklerimiz, okuduklarımız, “bu kadar da olmaz!” dedirtiyor cinsten…
Bir ucu uyuşturucu ticaretine, bir ucu kamu bankalarının yağmalanmasına, bir ucu emperyalist tefecilerden devlet garantisiyle alınmış borçlarla cepten beş kuruş harcanmadan yapılmış, ister geç, ister geçme, ister git ister gitme, döviz garantili kârları birilerinin cukkaya! doldurduğu köprülere, şehir hastanelerine, otobanlara dayanan, savcıların, yargıçların ayyuka çıkmış Sayıştay belgeli yolsuzluklar karşısında kılını bile kıpırdatmadığı, üstelik karıştığı kirli bir olay nedeniyle ifadeye çağrılmış yasadışı konumdaki birinin ifadesinde devletin önemli mevkilerindeki kişilerin adları geçince ifade tutanağından vazgeçildiği, polis soruşturması bile açılmadığı bir memlekette ne ahlâktan, ne hukuktan, ne de demokrasiden söz edebilmek mümkündür.
Bu kadar büyük bir çöküntünün altından hiçkimsenin, hiçbir partinin tek başına kalkabilme, bu ülkeyi bir hizaya sokabilme şansı ve olanağı bulunamaz… Ayrıca bu sorumluluğu kimseye yıkma hakkımız da yok…
Toptan bir seferberlik gerekiyor… Kendisine “ben insanım” diyen herkesin kutsal bir mücadelede olduğu gibi, üzerinde taşıdığı üniformaya, rütbeye, işine ve aşına bakmadan, yorgunluğuna, yoksulluğuna, açlığına, çıplaklığına aldırmadan, ben bu ülkeyi (coğrafyayı) seviyorum diyen herkesin ayağa kalkmasına, yetim, yoksul ve gariban hakkı kullanılarak satın alınmış televizyonlarla hâlâ kandırılan yığınları da tek tek kapılarını çalıp uyarmasına, yeni bir insanlık hareketine katılmasına; ekmek kadar, su kadar gereksinim var. Arkasında üç kişi bile toplayamamış, halktan uzak kalmış aydın geçinen, “sol” geçinen, “sosyalist” geçinen herkesin de bu uyanışa, bu davranışa “devrimci bir direniş” ile katılması gerek….
Artık bu işin “sağı-solu” kalmadı. Bir hayat-memat meselesidir yaşadıklarımız. Dünyanın gözü önünde rezil rüsva olmaya son verip, Rus Papaz Grigory Petrov’un Fin halkı için dediği gibi “şaşırtan bir dürüstlük” ile yola çıkmamız gerek.Bu topraklar kendisini memleketine adamış gerçek “yurtseverler” ile Batılı emperyalistlerin tankına da, topuna da, kültürüne de diz çöktürecektir. Bilimde , sanatta, özgürleşme eyleminde kısa zamanda büyük yollar katedilecektir… Mahalle derneklerinden üretici kooperatiflerine, meslek odalarına, ahlâki çöküntüye karşı direnen ve siyaseti bir cukka! doldurma işi olarak görmeyen siyasi partilere kadar, örgütlenme, örgütlü mücadele tüm herkesi bekliyor…
Biz KHK’’lilere de, bu aydınlanmanın öncüsü olmak düşer. Biz halkız, Biz çoğunluğuz, biz kazanacağız diye haykırmanın gücünü, yaşadığımız onlarca hukuksuzluk içindeki haklılığımızdan almalıyız.
Bu vesileyle, hakka, haksızlığı hakk bilenlere karşı, İbrahimî bir duruş sergileyen herkesi güneşin sıcaklığıyla selamlıyorum…
Nurullah DÖNMEZ