Ülkeyi Yeniden Ayağa Kaldıracak Tek Güç: KHK’lılar
Ülke, yokuş aşağı koşan atlar misali doludizgin, seçime doğru gidiyor. Seçimin siyasi tarafları, halkın sırtındaki ekonomik kamburdan dolayı, daha çok, geçim şartlarının iyileştirilmesine dair planlara öncelik vermekte ve krizden çıkış hesaplarını seçmenlerine iletip, vaatlerde bulunmaktalar. İkincil öncelikteki planda ise, hukuksuzlukların giderilmesi ve demokratikleşme vaatleri gelmekte.
Napolyon’a atfedilen bir söz vardır: “Ordular karınları üzerinde yürür.” yani, doyuramadığınız bir ordudan bir şey beklenmez. Maalesef aynı gerçeklik halk içinde geçerlidir. Eğer doyuramıyorsanız, ekonomiyi düzeltme güvencesi veremiyorsanız, halktan yana bir beklentiniz olmasın. Seçim demek, geçim demektir.
Bu sebeple, seçimin siyasi taraflarının evvela ekonomik planlarını ön vitrinde tutup hukuk ve demokrasiye dair vaat ve projelerini ise arka planda sunmalarını normal ve makul görmek gerekir. Ancak yuvarlak masa-altılı masa bileşenlerinin masa etrafında ilk toplanma amacını da hatırlamalıyız: “parlamenter sisteme dönüş.” Anlaşılan o ki, bu amacın ilanından beri gelişen yeni şartlar ve halkın daha çok kendi mikro ekonomisine odaklanması sonucu, masada farklı söylemler ön plana çıkarılmak zorunda kalındı. Ben, masa bileşenlerinin, aslında çok fazla ifade etmeseler de, ilk ve öncelikli hedeflerinin (hâlâ) – parlamenter sisteme dönüş – olduğunu varsayıyorum.
Bugün iliklerimize kadar hissederek idrak ettiğimiz, tecrübe ettiğimiz gerçeklik: başkanlık sisteminin bu halka, bu topraklara uygun olmadığıdır. Dünyadaki bütün “başkanlık sistemleri”, (ABD istisnası dışında) “tek adam rejimlerine” dönüşmüş, iktisadi, siyasi ve hukuki sıkıntılara yol açmış ve sistemin yol açtığı şartlardan huzursuzlanan halka karşı da (mecburen) hükümetler otokratlaşmak zorunda kalmıştır. Bu otokrasiye kayma trendi, her başkanlık sistemi için kaçınılmaz bir sonuç olagelmiştir. Peki niye? Aslında cevap çok da girift ve zor değil: Çünkü, tek adam rejimlerinde, sistemi yürütecek bürokrasi için önemli olan, tek adamın -veya tek adamın gözüne girmiş adamın- gözüne girmektir. Bedeli ne olursa olsun!
Tek adam da zaten sadık bir alt hiyerarşik yapı ister. Tabii işler de kısa bir süre sonra, olması gerekene göre değil tek adam ve yakın çevresinin isteğine göre icra edilmeye başlanır. Sonuç açıktır: bozulan hukuki sistem, çöken ekonomi, hep boşa düşen dış politika…
Zamanla evvela mırıltıyla, daha sonra da yüksek sesle ifade edilen serzenişler üzerine, tek adam rejimi ikinci aşamaya geçer: mevcut itirazları bastırma, muhtemel itirazları sindirme ve devamla – mecburen- otokratlaşma…
Bu sosyolojik genel kural, bu ülkede, geçen senelerden itibaren, en uç örnekleriyle yaşanmaktadır. Geçen süreci artık yavaş yavaş sorgulamaya başlayıp daha sakin kafayla düşünme imkanı bulduğumuz bu günlerde görülen manzara şudur: kendine has (sui generis) bir başkanlık sistemine dönüşmüş olan tek kişi rejimine, devlet kurumlarında engel teşkil eden veya etme potansiyeli olan, hemen herkes, topluca kenara alınarak, yegane özelliği, tek adama biat etmek ve olan biteni toptan kabullenmek olan yandaşlar bu boşaltılan yerlere doldurulmuştur. Yeni sisteme uyum imkanı olmayan, ıslahı (!) mümkün olamayacak kurumlar ise, ya etkisizleştirilmiş, ya da lağvedilerek, daha işe uygun(!) olanlar ihdas edilmiştir. Süreç, bir alt detayda kısaca şöyle gelişti: bütün her şeyin tek kişiye göre ayarlanmaya çalışılması, tek adam sistemiyle uyumsuz olan veya potansiyel uyumsuzluk ihtimali olan bütün bürokratların ilk aşamada topluca görevden uzaklaştırılması, ikinci aşamadaysa, geride kalanlara örnek olması için cezai işleme tabi tutulması. Takiben, yetersiz kadrolar elinde Devlet mekanizmasının bir çözülme yaşaması; oluşan fecaate dikkat çekmek isteyenlerin, evvela görmezden gelinmesi, ardından -gözükmez- hale getirilmesi, devamında da bastırılması ve sonuç olarak ta otokrasinin ülkeyi kontrol altına almanın tek yolu haline gelmesi. Bütün bunlar, Türkiye’de yaşandığı ölçüde, hiç bir tek adam rejiminde bu çapta ve bu kadar sistematik yaşanmadı.
Nihayetinde de beklenen sonuç: hukuken, iktisaden ve siyaseten bir çöküş…
İşte bu darmadağın olmuş mekanizmayı tekrar işler hale getirme yetkisini ele alma –ihtimali bulunan masa bileşenleri, bu çözülmeyi durdurmak ve akabinde, düzeltmek için parlamenter sisteme dönüş paktını -en azından kendi aralarında- yaptıkları görülüyor.
Peki, bu dağılmış sistem, Anayasa, Kanun, tüzük,… gibi hukuki düzenlemelerle ve parlamenter sisteme geçiş ile kendiliğinden ayağa kalkıp düzelecek mi? Bu yenilenen sistemi kim işletecek? Mevcut bürokrasiye, yani gemiyi karaya oturtan mürettebata yepyeni bir gemiyi tekrar emanet etmek ne derece doğru olacak? Olanların bir derece müsebbibi de olan bu liyakatsiz ve ehliyetsiz kişilerin tekraren istihdamı ne kadar doğru olacak? Bu yeni sistem aynı tayfaya teslim edilirse sonuç ne olacak?
Cevabı bulmak çok üstün feraseti gerektirmiyor: Tabii ki sistem işlemeyecektir…
Sistem insan ile kaimdir. Yani nasıl kurgularsanız kurgulayın, sistemi işletecek, ona can verecek, ayağa kaldıracak olan -insan- faktörüdür. İnsan faktörü dikkate alınmadan ulaşılacak sistem: ancak cangılın ortasında, sarmaşıkların ve maymunların işgaline uğrayan bir uzay teknolojisi şehridir. Sistemin ruhu insandır. Ruhu olmayan bir beden, nasıl cansız bir organizma parçası, bir hücre yığınından ibaret ve işlevsiz kalıyorsa, kaliteli ve yetkin insan gücü olmayan sistem de unutulmuş bir dilde yazılmış bir harf kalabalığı gibidir. Milletlerin kaderini, sokaklarında dolaşan devasa kalabalıklar değil, bir avuç yetişmiş insan belirler.
Yetkin insan gücü olmadan, her ayarlama, her proje, eksik kalacak sonuca ulaşamayacaktır.
İşte tam da bu noktada, toplumun, bir nevi sosyal soykırım yaşamış olan en yetkin ve yetişmiş insan topluluğu akla geliyor. Kenara çekilmiş-yahut itilmiş ve olan biteni seyretme dışında bir şey yapamayan bu insan gücünü, (artık bir fenomen olmuş, bu zamanlara damgasını vurmuş ifadesi ile KHK’lıları) göz ardı ederek, bu hazır, yetişmiş entelektüel enerjiden vazgeçerek, bırakın kırık dökük bir parlamenter sistemi, çağın en ileri sistemi bile, yakıtı biten bir ultra jet gibi, inişe geçmek zorunda kalacak, atıl kalacak, yok oluşa mahkum olacaktır.
“Zamanla sistem kendi yetkin insan kaynağını oluşturur” diye de düşünülemez, çünkü bu insanları yetiştirecek olan akademik zekalar da saha dışında zaten.
Yani mekanizma kendisini kilitlemiş halde.
Tam anlamıyla emin olduğum nokta: 2023 sonrasında, ülkenin tekrar kendi ayakları üzerinde durabilmesi için, hangi sistem ve hangi parti olursa olsun, yetkin ve yetişmiş kadro olmadan, bir gelecek olamayacaktır. Bir ironi veya bir paradoks olarak, bu ülkeyi yeniden ayakları üzerine kaldırabilecek güç, uzağa atılıp ötekileştirilmiş olan KHK’lılar gerçeği olacaktır; ülkenin belini doğrultması, bir kısım halkın ve -Devletin- elinin tersiyle bir kenara ittiği bu insan gücüyle mümkün ancak. Ülke bu gerçekle yüzleşmeden bu tünelden çıkışın olamayacağı kesindir. Bunda herhangi bir şüphem yok.
Asıl tereddütte kaldığım şey, hakkı yenen, gadre uğrayan, hayatını tekrar baştan kurmaya mecbur kalmış, bu yolda olmadık şeyler yaşamış, kimi dönüp gittiği memleketinde, kimi savrulup gittiği ülke içi veya dışındaki bir diyarda kalmış, bir kısmı, cezaevinde, bir başka kısmı cezaevi yolunda, her sabah e-devlet üzerinden Yargıtay onayı gözleyen bu en üst entelektüel tabaka, hâlâ bunca yaşanmışlıktan sonra dönüp bu sisteme hayat nefesini verecek midir?
Ülkenin yeniden ayağa kalkıp kalkamayacağının cevabı, bu gadre uğramış yetişmiş insan gücünün – hala- bu haksızlıkları kendilerine reva görenlere karşı neler hissettiğine, onlara hangi gözle baktığına, -siteminin- ne derecede olduğuna bağlıdır.
Eğer tarihin yazdığı bu en büyük ötekileştirme işlemi düzeltilmez ise, bu ülkeyi hiç bir sistem normalleştiremeyecek, hiç bir sistem, bu siteme rağmen işlemeyecektir. Sitem, sistemi sıfırla çarpacaktır.
Erdal ÇAKIR