Saray veya Hükümdarların Sınırlarını Belirlediği Dinde Düşünme Ve Bilim Nasıl Gelişir?
İslam dünyasının akıldan ve gerçekten kopması 11. Yüzyıldan sonra başlar. İslam dünyasında 12. yüzyıldan sonra bilimsel-düşünsel etkinlikler giderek kaybolmuş, İslam toplumları geçmişi tekrara başlamıştır.
Başlangıçtaki atılımlar, Batı’dakine benzer bir bilimsel aydınlanma yaratamamıştır. İslam toplumunun feodal, merkeziyetçi durağan yapısı gereksinimleri sınırlamış; bilim ve felsefeyi iktidarların İslam hukukçuları ve İslam din felsefecilerinin kaprislerine bağımlı kılmıştır. Söz konusu toplumsal yapı, itaate yönelik din odaklı, erekselci, hoşgörüden yoksun, bilgiyi tanrısal aydınlanmaya indirgeyen ve bu yüzden ezberciliği ön plana çıkartan, her türden doğal nedeni inkâr eden bir zihniyetçe sürekli desteklenmiş; bu zihniyet medreselerde pekiştirilmiştir.
Batı’nın 14. yüzyıldan sonra hızla, bilim, teknik, felsefe, sanat vb. alanlarda ilerlemesi, İslam toplumlarının ise güçlü bir gerileme sürecine girmeleri, 19. yüzyıl ve sonrasında, İslam uluslarına mensup düşünürleri içsel bir sorgulama süreci içerisine sokmuştur. Benzer bir sorgulamanın, dıştan Batılı düşünürlerce yapıldığına da tanık olmaktayız. Bu sorgulama sürecinde, yanıtı aranan temel soru şu olmuştur: “Doğu’da, İslam toplumlarında, bir zamanlar tutunan bilim ve felsefe, neden Batı’dakine benzer toplumsal, bilimsel ve teknolojik devrime yol açmadı? Bir süre bilimin öncülüğünü yapan Doğu’da ne oldu da bilim duraklamaya başladı?” Bu sorulara hâlâ doyurucu bir yanıtın verildiğini söylemek olası değildir.
İslamî duyarlılığı ağır basan düşünürler, uygarlığı dinsel bir eksende değerlendirdiklerinden, gerilemenin nedenini İslam’dan ayrılmaya, ondan kopmaya bağlamışlardır. Kimi Batılı bilim ve uygarlık tarihçileri ise, asıl nedenin ekonomik ve toplumsal koşullarla ilintili olduğunun altını çizmişler ve Batı’nın toplumsal koşullarıyla Doğu’nunkini karşılaştırmaya girişmişlerdir.
İslam toplumları, Emevilerden itibaren, bir tür hanedanlık yönetimine dönüşmüş; Abbasilerle birlikte, İran örnekliğinde gelişen saray yaşamı, halkla yönetim arasına aşılması olanaksız uzaklıklar koymuştur. Bu durum, doğal olarak, devletle halk arasındaki uzaklığı artırmış, devletin ve hanedanların, halka, kendi saray yaşamlarının giderlerini karşılayan vergi kaynakları olarak bakmasına neden olmuştur. Tarihçilere bakılırsa, halkla saray arasında uçurumların oluşmasında, İslam hukuku ve İslam siyaset bilimcilerinin, halifeyi Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olarak nitelendirmeleri ve tıpkı Tanrı gibi eylemlerinin sorgulanamaz doğada olduğunu kaydetmelerinin güçlü bir rolü olmuştur. Bu tür bir siyasal yapılanmada, Ortadoğu’da yaygın bir kanı olduğu görülen, ‘çoban-sürü’ benzetmesinin etkin bir işlev yükleneceği halktan, yani keçi sürüsü anlamına gelen ‘reâyâ’dan vergi ödemelerinin ve iktidara kayıtsız koşulsuz itaat etmelerinin bekleneceği ortadadır. Tarihi kayıtlara bakılırsa, durumun hiç de farklı olmadığı görülür. Zira tarımla geçinen halk, sadece vergi toplanırken anımsanmış, kalan zamanlarda, valilerin, kadıların keyfi uygulamalarıyla karşı karşıya bırakılmıştır. Fethedilen bölgelerde yaşayan mevali ve zımmilerin, çoğu kez bilinçsiz toprak yönetimiyle ellerinden toprakları alınmış ya da ağır vergi yükü altında ezilmelerine, hatta inançları ve etnik kökenleri yüzünden hor görülmelerine neden olunmuştur. Ticaret yollarının ele geçirilmesiyle güçlenen ticaret aristokrasisinin durumu da çok iç açıcı değildir. Çünkü benzer olumsuzluklardan onlar da etkilenmişlerdir. Gerçi, hemen her dönemde yönetime daha yakın oldukları ve saray aristokrasisiyle güçlü ilişkilerinin olduğu görülür. Fakat ağır vergi yükünün, kanaatçi ve itaatçi zihniyetin üretimi olumsuz etkilemesi, genellikle köylülerin ve küçük el atölyelerinin ürettiklerini pazarlayan tüccarları zor durumda bırakmıştır.
Din odaklı bir düşünce yapısının feodal toplumsal yapı ile oldukça uyumlu olduğu söylenebilir. Zira sultan ya da halife çoğu kez Tanrı adına hareket ettiğini ya da Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğunu ifade etmekte; bu anlayışı itaati kökleştirmek için yerleştirmeye çalışmaktadır. Emeviler’de ve Abbasilerde hatta Selçuklu ve Osmanlılarda yöneticilerin söz konusu anlayışı destekledikleri ve kendilerini kutsal saydıkları bilinmektedir. Bilim ve felsefeyle ilgilenen insanların yapıtlarında bilim ve felsefenin caiz olup olmadığını tartışmaları ve görüşlerini dinsel bildirilerden alıntılarla desteklemeye çalışmaları feodal yapının iktidarın İslam din felsefesi ve İslam hukukunun hatta halk baskısının biçimlendirdiği din odaklı düşüncenin bir göstergesidir.
Devam edecek…