Descartes’in Dediği Gibi: Cogito, Ergo Sum

(Başlangıç notu: bu yazıyı okumaya başlarsanız lütfen yarım bırakmayınız. Eğer bu konuda tereddütteyseniz, zihnen ve vakten daha
müsait olduğunuz bir zamanda tekrar bekleriz.)

Kalabalık bir akşam yemeğiydi. artık yemeğin ilk kısmı geçtikten sonra çatal bıçak sesleri biraz azalmış ve herkes havadan sudan sohbete başlamıştı. İşte tam o esnada, mesleği göz doktoru olan bir davetli, yemeğin boş bir tıkınma seremonisi olarak kalmasını istemediğinden olabilir ,bir şekilde garsondan temin ettiği bir mikrofonla bulunduğu yerden ayağa kalkarak, devam edegelen laflamaları kesti: ” Arkadaşlar insan Ne İle görür?”

Çatal kaşık seslerinin arasında herkes “ne ile olacak ki” tonlaması ile Bulanık ve uğultulu, cevap verdi “göz Tabii ki Hocam…”

Ben ise her zamanki şüpheciliğimin de etkisiyle ağzımı sımsıkı yumarak olacakları bekledim. Ne de olsa sorunun sahibi bir göz doktoru profesörüydü. Herhalde koca Profesör basit bir soru soracak değildi.

Tam da beklediğim gibi, Hoca umulmadık cevabını verdi ” Hayır, insanlar gözleriyle görmezler.”

Çatal kaşık sesleri daha da azalmış uğultu alt seviyeye inmişti. Ben ise dudaklarımı daha da sıkı kapatmıştım. Göz profesörü devam etti: ” insanlar beyinleri ile görürler. Göz sadece dışarıdaki görüntüyü sinyallerle beyine iletir, beyin onları yorumlayarak bir görüntüye çevirir. Göz sadece bir çeşit reseptördür, bilgiyi iletmenin dışında bir işlevi yoktur.” Hafif bir şaşırma seremonisi yaşandı, bir göz doktorunun üzerinden para kazandığı şeyi küçümsemesi çokta görülen bir şey değildi çünkü.

Olayın devamında, elimdeki çatal-bıçağı bırakıp kendi içime döndüm.(Yazımın bu noktasından sonra, işin mütehassısı olan bilim adamı ve felsefecilerin affına sığınarak devam ediyorum).

Evet çok doğru. Göz astigmatsa bu bilgiyi kırık olarak beyne iletir, beyinde kırık bir görüntü oluşur. Göz uzağı göremiyorsa, uzak mesafeler buğulu bir şekilde beyinde şekillenir. Göz yakını göremiyorsa, görüntü tamamıyla birbirine girişik bir şeklinde gözükür. Göz hiç görmüyorsa, gözden herhangi bir bilgi gitmediğinden beyinde de herhangi bir görüntü oluşmaz.

O esnada Aramızda bir cildiyeci olsaydı, o da aynı şekilde “Aslında sıcağı, soğuğu, serti, yumuşağı, keskin veya küt şekilleri cildimizle değil cilt üzerindeki sinirlerin bu bilgiyi gönderdiği beyinde şekillendirir ve anlarız” diyecekti.

Aynı şekilde bir kulak-burun-boğaz uzmanı da “Biz aslında dilimizle tatmayız, dilimiz bu bilgileri beyine gönderir, beyin ona göre acıyı tatlıyı bilir. Yine kokuyu Burnumuz sinirleri aracıyla beyne gönderir, beyin kokuyu tarifler ve yine kulağımız gelen sesleri doğrudan beyine gönderir beyin bunları anlamlı bir şekle koyar” diyecekti.

Ve en esaslısı ise, bir nörolog olsaydı “ Arkadaşlar bu iş aslen benim işim: dış dünyadaki bütün uyaranlar, mevcut sinirler aracılığıyla sinyallerini beyne iletir ve hepsi beyinde şekillendirilir. Beyine ulaşamayan hiçbir sinyal, hiçbir uyaran, hiçbir bilgi, herhangi bir şey ifade etmez” diye son noktayı koyacaktı.

Anlaşılan o ki, vücudumuzdaki bütün dış reseptörlerin tek işlevi, dış dünya ile alakalı verileri beyne iletmekten ibarettir. Bu verilere bir anlam kazandırıp bir anlayış yüklemek ise beynin görevidir.

Yani aslında Beynimiz o kapalı kafatasının içinde dış dünyadan habersiz, sadece kendisine gözden, dilden, burundan, kulaktan ve diğer bütün sinir organlarından gelen dış uyarımlara bir anlam yüklemektedir.

Pekala bu reseptörler beyine yanlış bilgi gönderirlerse sonuç ne olur?

Birincisi, beynin bu bilgilerin yanlış olduğundan haberi bile olmaz, ikincisi beyin bu yanlış veriler çerçevesinde hatalı anlamlar oluşturur.

Yani, dış dünyadan gelen bilgiler beynimizde anlam kazanırken bizim bu bilgilerin gerçekten dış dünyayı tam olarak yansıtıp yansıtmadıklarını teyit etme ve test etme imkanımız bulunmamaktadır. Diğer deyişle, dış temas organlarımızdan bize hangi bilgi gelirse onu işlemleriz. Yeşil Bir duvarın rengi beynimize sarı iletiliyorsa, o duvar bizim için sarıdır, sıcak bir hava bize soğuk olarak bilgilendiriliyorsa o hava bizim için soğuktur, zehir gibi bir acı bize tatlı olarak sinyalleniyorsa, o beynimiz için tatlıdır.

Eğer beynimizin diyelim ki, sapasağlam olan bir gözle olan sinir şalterini kapatırsak, beynimiz dışarıdan gelen bilgilerle herhangi bir görüntü anlamı oluşturamaz. Yani kör oluruz. Daha durmayarak, kulaktan gelen sinyalleri bloke edersek bu defa da kör olmakla birlikte herhangi bir ses anlamı da oluşmaz. Ve daha da ileri gidip bütün sinirlerin beyinle olan ilişkilerini iptal edersek, beyinde hiçbir görüntü, hiçbir ses, hiçbir koku, hiçbir tat ve hiçbir temas hissi oluşmaz. Beyin bir nevi anlamsızlıktan ibaret bir boşlukta kalır.

İşte bu noktada şöyle bir soru zihne gelebilir: bu zaten uyku-koma hali değil midir. Bir yönüyle evet. Beynin dış Dünya ile teması kesilmiş ve sadece kendi iç bilinciyle baş başa kalmıştır. Peki ama biz uyku halinde de dış dünyadan hiçbir sinyal bilgi ileti almadan bulunuyor iken, rüya görebiliyoruz. Yani dışarıdan sinyal alırken de beynimizde bir anlamlar bütünü oluşuyor, dış dünyadan bilgi almazken, rüyadayken de bir takım görüntüler yaşıyoruz. Beynin hangi sinyalin gerçekten doğru olduğunu, hangisinin yanıltılmış olduğunu test ve teyit etme imkanı olmadığına göre biz gerçekte yaşadığımızı düşündüğümüzde aslında rüyada olabilir miyiz? İşin aslı her şey bir rüya mı yoksa bir gerçekliğin içinde miyiz?

Ayrıca, duyularımızın bizi yanıltma ihtimalinden dolayı, çevremizdeki hiç bir şeyin gerçekliğini ispatlayamayacağımıza göre, acaba biz de bir yanılsama mıyız?

Lise bilgilerim yardıma geldi: “Hayır değiliz”. Biz yapyalın gerçeğiz. Hesaplamaları, değerlendirmeleri yapıyorsam bir şeyleri sorguluyorsam, diğer ifadesiyle “bütün bunları düşünüyorsam, o halde varım.” Descartes’in meşhur ifadesi ile “ cogito ergo sum”.

Descartes, Lise felsefe derslerinden hatırımızda kalan bu fikre vardığında, kendinde bir düşünce bilincini keşfettiğinde, -her şey, tüm dünya bir yanılsama olsa bile- en azından kendisinin var olduğunu çünkü bunu düşündüğünü fark etmiştir. Yani, en başta emin olacağımız ve kesin olan ilk şey: düşündüğümüzden dolayı kendimizin var olduğudur.

İkinci aşamada ulaşacağımız şey: Evet varım. Ve varlığımın sebebi kendim değilim. O halde, var olmama bir başka sebep olmalı. Eğer varsam beni bir var eden de olmalı.

Devam ederek, içimde çınlayan bir “mükemmel varlık” düşüncesi olduğuna göre böyle mükemmel bir varlık olmalı. Ben mükemmel olmadığıma göre böyle bir varlık mevcut olmalı. Mükemmelliğin özünde aldatmak olamayacağına göre, bu varlık beni aldatmaz ve dolayısıyla dış dünyadan bana gelen bilgilerin gerçekliği olmalı yani her şey gerçekten var olmalıdır. Yaşadığım, Nefes aldığım, üzerimdeki gökyüzü, üzerinde yürüdüğüm, çocuğumu sevdiğim yeryüzü, karlı dağlar, engin denizler, ıssız çöller, elimi üşüten soğuk pınar suyu, sevdiklerim -ve sevmediklerim-, hepsi gerçekten var. hayal değiller, aldanma değiller. Yaratıcımın mükemmelliğinin bir delili olan bu dünya gerçek. Gepgerçek.

Evet, Descartes’in dediği gibi: Cogito, ergo sum. Düşünüyorum o halde varım.

İyi ki de varım.

Erdal ÇAKIR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir