Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadelede İnsanca Durabilmek
25 Kasım 1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde kadın özgürlüğü mücadelesine öncülük eden ve Mirabal Kardeşler olarak tanınan 3 kız kardeş öldürüldü. Daha sonra 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan edildi. O tarihten sonra da hemen hemen dünyanın her tarafında çeşitli örgüt, dernek, parti, cemiyet vs. tarafında çeşitli etkinliklerle kadına yönelik şiddet protesto edilir. Paneller, sinema gösterileri ve çeşitli sanatsal etkinliklerle kadına yönelik şiddete dair bir farkındalık ve bilinç oluşturulmaya çalışılır.
Peki nedir yüzyıllardır, hatta insanlık tarihi boyunca kadını; erkek, sistem ya da dinlerin şiddetine maruz bırakan, farklı formlarda olsa da sonu gelmeyen kadına yönelik bu şiddetin sebebi? Bazen cadı olmuş kadının adı, yakılmış Ortaçağ Avrupa’sında. Bazen kız çocuğu diye diri diri gömülmüş cahiliye dönemi Arap coğrafyasında. Bazen namus diye katline fetva çıkarılmış, bazen harem olmuş. Bazen cariye, kuma, berdel olmuş. Kan davalarında bir erkeğin canı kurtulsun diye kan parası yerine eş olarak verilmiş hasım tarafının bir erkeğine. Bir defa değil her gün öldürülmüş kadının ruhu.
Son olarak saçlarının görünmesinin İslami kurallara (!), aykırı olduğu gerekçesiyle, İran İslam Cumhuriyeti’nin ahlak (!) polisleri tarafından Jına Amini (Masha Amini) hunharca katledildi. İran’da bu gencecik kadının katledilmesini bile küflenmiş beyniyle başka bir şekilde değerlendirip işi neredeyse “dinen gerekli olduğuna” getiren sözde yazar çizerler bile oldu. Ancak beni derinden etkileyen tarafı, orada öldürülen kadının Kürt olmasından dolayı, olayı değişik örgüt ve partilere bağlayanlar oldu. Ancak, siz ne derseniz deyin, İran’ın despot, ceberut ve faşist rejimi artık bir Kürt kadının ipeksi saçlarına bağlı ve İranlı kadınlar da o saçlarına hiç kıymadan kesmeye devam ediyorlar…
Peki, şimdi tamamen tarafsız bir şekilde soralım! Allah’ın dini dedikleri bir kurallar bütününde, Allah’ın yarattığına inandığımız ve aslında dünyada bulunan bütün canlıların dişi varlıkların eseri olarak biliyor olmamıza rağmen, Allah böyle bir şey ister mi? Yoksa, yarattığı dünyanın “anaç”ı olan kadının en özgür olması gereken varlıklar olmasını mı? Elbette ikincisini ister. Ben olsam ben de ikincisini isterdim! Ancak, Ortadoğu’nun ataerkil imparatorlukları; o kadar eril düşündüler ki tüm bilimsel ve doğanın ruhuna aykırı olmasına rağmen, kadının bir erkekten (Hz.Adem)’in kaburgasından (hem de eğri olanından) yaratıldığını söylemekten çekinmediler ve maalesef bunu da din adına söylediler ve yine maalesef ki en başta kadınlar buna inandı.
Diğer taraftan, günümüz kapitalist modernitenin kadına özgürlük diye cilalayıp sunduğu hayat tarzı ne yazık ki tek fark olarak kadını köle, cariye, harem olmaktan kurtardı. Sözüm ona modern kadın artık gönüllülük esasına binaen rolünü kendisi seçiyor! Oysa yine sömürülen, öldürülen, metalaştırılan kadının kendisidir. Baktığınız zaman kadın bedeni günümüz tüketimci sisteminin pazarlama unsuru olarak her yerde teşhir ediliyor. Acı olan modern kadının bu durumu zorlama yok diye içselleştirmesidir. Her türlü malın pazarlaması için hazırlanan sunum, broşür ya da vitrin fotoğrafında muhakkak ki bir kadın bedeni teşhir ediliyor.
Türban meselesinde kadın yine bir metadır; araçtır. Kadının kapanması ideolojinin ya da inancın önüne geçmiştir. Kadın bir kere daha ön saflara sürülmüştür. Fotoğrafta bu sefer başı bağlı olanları görürsünüz; ama rolünün değişmediğini fark etmezsiniz bile.
İyi ama ne oluyor da tarih boyunca, erkekler açısından; anne olan, kız çocuğu, eş, sevgili, bacı olan kadına – yine kadınlar açısından- baba, erkek çocuğu, eş, sevgili, kardeş olan erkekler bu zulmü reva görüyor? Kabahat erkek kimliğinin, erkeklik geninin mi? Yoksa saltanatını erkek erki üzerinde inşa etmeye çalışan inançların, sistemlerin, devletlerin, ideolojilerin mi? Bence üzerinde düşünülmesi gereken, cevap bulunması gereken durum bu husustur. Zira hiçbir erkek annesinden kadın şiddetine kodlanmış olarak doğmuyor. Hatta nasıl bir paradokstur ki her erkek şiddeti vakıasının savunucusu ve bu şiddeti haklı gören binlerce anneler, kız kardeşler ve kız çocuklar mevcuttur.
Bana göre nasıl ki tarih boyunca sınıflar, inançlar, etnisiteler arasındaki savaşlarda hep birilerinin çıkarı ve parmağı olagelmiş ise kadın-erkek çatışmasının arkasında da yine birilerinin çıkarı ve parmağı olmuştur. Özellikle günümüz vahşi kapitalizmi kadın-erkek çekişmesini farklı bir boyuta taşıyarak eşitlik adına hem kadını hem de erkeği gerçek kimliklerinden uzaklaştırarak adeta her iki kimliği de hiçleştirme yolunu benimsemiştir. Maalesef kadın hakları mücadelesi verilirken çoğu zaman kadını erkek rolüne sokma yanlışına düşülüyor. Kadın hareketleri erkeği bir taraftan kadınlaştırma gayretine soyunurken, kadını da erkeğe benzetme ya da en azından o gibi olma hissini kuvvetlendirme söylemini yükseltmektedir. Çevremize baktığımız zaman onlarca kadın failli şiddet olayı çarpıyor gözümüze. Nasıl oluyorsa kendisi şiddet mağduru olan kadın; anne olarak, kaynana olarak, öğretmen, patron, hemşire, bakıcı vs olarak şiddetin uygulayıcısı ya da tarafı olabiliyor. Eğer kadına yönelik şiddette karşı çıkılacaksa kadının da şiddetin her türlüsüne karşı çıkması ve hayatından çıkarması gerekmektedir. Yoksa bu konudaki mücadele inandırıcılık ve etki bakımından eksik kalır.
Her zaman kadim Anadolu topraklarını kadın-anne kimliği ile özdeşleştirmişimdir. Ne zaman ki bu topraklar bereketin-üretimin beşiği olmuşsa Anadolu kadını da üretimin ve bereketin, dolayısı ile yaşamın ve yaşatmanın simgesi, lokomotifi olmuşlardır. Yine insanlığın beşiği Anadolu ne zaman şiddetin, yoksulluğun, düşmanlığın adresi durumuna düşmüş ise aynı şekilde kadın kimliği yok edilmeye, köleleştirilmeye çalışılmıştır. Aynı ironi günümüzde bütün çıplaklığı ile göz önünde duruyor. Yüz yıllardır adeta bütün musibetlerin ve düşmanlıkların adresi Anadolu halkları üstlerindeki ölü toprağını bir kenara atıp yeniden dirilişe geçerken, Arap, Fars,Türk ve özellikle Kürt kadını Ortadoğu Baharı olarak adlandırılan serhıldanların (başkaldırıların) asıl dinamiğini oluşturuyorlar. Kadının mücadelesi ve uyanışı özünde bir cinsiyet kazanımı görünse de erkekle birlikte aynı zamanda halkların özgürleşmesini de sağlayacaktır.
Son söz olarak eğer gerçek bir kadın-erkek eşitliği inşa edilecekse üzerinde en hassasiyetle durulması gereken husus; kadının kadın olarak, erkeğin de erkek olarak var olduğu, karşılıklı saygı ve sevgiye dayanan bir yaşamın inşası için uğraş verilmeli. Tek başına kadınlardan oluşmuş hareketler yerine kadın-erkek dayanışmasına dayalı kolektivist eylemsellikler geliştirilmeli. Kapitalist sistemin dayattığı zorlukların içinde bir de birbirleriyle mücadele etmemelidirler. Bu güne kadar işlenen kadına yönelik erkek-din egemen şiddetinin faili gelecek nesiller olmadığı gibi, kadın-erkek düşmanlığını kışkırtarak mağduru da gelecek erkek nesil olmamalıdır. Çünkü bir kadını (eş, anne, kardeş) seven, âşık olan, uğruna şiirler, şarkılar yazan erkek, nasıl olur da aynı kadınların katili olabiliyor? Eğer bir yaratıcın olduğuna inanıyorsak ve O yaratıcı, hem kadını ve hem de erkeği yaratmışsa birini diğerine üstün kılması, Onun şanına yakışmaz, yakışmamalı.
Kadının adı; hayattır, kadının adı özgürlüktür ve kadının adı emektir…
Jın, Jiyan, Azadi…
KHK’lı Eğitimci Nurullah DÖNMEZ