KHK’lılara Yapılanlar, Nazi Almanya’sındaki Zorbalıklarla Birebir Aynı!
İbn-i Haldun Mukaddime isimli eserinde; “Geçmiş geleceğe, suyun suya benzediğinden daha fazla benzer” diyerek tarihin tekerrürden ibaret olduğunu savunur. Ona göre özellikle devletler belli döngüsel aşamalardan geçer ve nihai olarak aynı akıbeti yaşar.
Büyük hukukçu Ernst E. Hircsh’in“Anılarım” isimli kitabının sayfaları arasında gezindikçe, İbn-i Haldun gibi tarihçilerin ne denli haklı olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Toplumsal hadiselerin (hele ki cinnet boyutunda olanların) zaman ve mekanı elinde top gibi çevirerek benzer tecrübeler ve sonuçlar ürettiğine bir kez daha şahitlik ediyorsunuz.
Ernst Hirsch, Nazi Almanya’sında sürgüne maruz kalan ve Türkiye’nin daveti üzerine İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Ticaret Hukuku Ana Bilim Dalı Kurucu Kürsü Başkanı olarak 1933 yılında göreve başlayan ve yaklaşık 20 yıl boyunca Türkiye’de birçok akademik faaliyetlerde ve değişik yasaların yapımında görev alan Yahudi asıllı Alman hukuk profesörü.
Profesör Hirsch1902 yılında Almanya’da ticaret erbabı seçkin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Parlak bir öğrencilik hayatı geçirir. Akademiye olan ilgisi onu Frankfurt Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyeliğine taşır. O yılların Almanya’sında “Nasyonel Sosyalist kanser illeti” yavaş yavaş Alman toplumunun bünyesini ele geçirmeye başlamıştır. Kanserin beslendiği ana kaynaklardan biri de Yahudi karşıtlığıdır. Ernst Hirsch, ufukta görünen tehlikelere karşı kendi önlemini almak ve hakimlik mesleğinin güvencesinden yararlanmak maksadıyla, ikinci bir meslek olarak hakimlik sınavlarına girer ve emsalsiz bir başarı neticesinde Prusya Hakimi olarak atanır: “Buna sınırsız derecede sevinmemin ötesinde karıma dönüp ‘artık sırtımız yere gelmez, hiçbir zaman bir kürsüye çağrılmasam bile, hiçbir şekilde azledilmesi ve iradesi dışında başka bir yere tayini de mümkün olmayan, kaydı hayat şartıyla bu göreve getirilmiş bir Prusya hakimiyim’ dedim” Devamındaki satır hikayenin erken bir özeti aslında: “Aradan 26 ay geçti geçmedi, bu rüya da bitti.” Rüya erken biter çünkü Profesör Hirsch, Nasyonel Sosyalist Partisi’nin Hitler’le birlikte iktidara geldiğinde hakimlik mesleğine tayin edilen kişilerin de zarar görebileceğini tasavvur edememiştir.
Hikayenin başında, Alman milleti için “ölüm uykusu” denebilecek yolun taşları görünürde gayet masumane ve meşru bir biçimde döşenmiştir. Nasyonel Sosyalist Partisi tamamen anayasal yoldan seçimler sonucunda iktidara gelmiş ve yine anayasaya bağlılığını yeminle temin ederek göreve başlamıştır. Aslında ortada kimseye rahatsızlık vermemesi gereken millet iradesine dayanan meşru bir iktidar vardır. Fakat gözden kaçan bir husus vardır ki, o da birey iradesi gibi millet iradesinin de iğfal edilmesinin mümkün olduğu gerçeğidir: “Her türlü telkin ve demagoji aracılığıyla, rüşvetle, yozlaştırmayla, geleneksel her türlü değer ölçüsünü ayaklar altına alıp çiğneyerek, tahrip ederek ve yeni bir takım değerler ortaya atarak, bu değerlerle Versay Antlaşması ve sonuçlarının milli onurda açtığı yaraları sarmak, dünya ekonomik bunalımı ve olağanüstü işsizlik yüzünden sarsılan ekonomiyi gene ayakları üstünde dikmek ve ‘Bin Yıllık Bir Rayh’ içinde ‘Deutschlandüberalles’ (‘Her Şeyin Üzerinde Almanya’) kurmak gibi vaatlerde bulunan Hitler, halkı iğfal etti.”
Aldatılan ve ayartılan millet iradesine dayalı Hitler iktidarının yoldan çıkması, beklenildiği üzere uzun sürmemiştir. İlk olarak 24 Mart 1933’de Alman Parlamentosu tarafından kabul edilen “Yetki Kanunu” ile her türlüğü hukuk tanımaz zorbalığa imkan tanınmış ve bu yetki kanunu sayesinde, binlerce kamı görevlisinin işten çıkartılması gibi eylemlere imza atılmıştır.
Aslında “Yetki Kanunu” ve “Devlet Memurlarına Yeniden Saygınlık Kazandırma” gibi kanunlar daha öncesinde çoktan hazırlanmış ve Profesörün tabiriyle “zamanını bekleyen kanunlardır”. Geriye sadece bunların bir program dahilinde tiyatro oyunu gibi sahnelenmesi kalmıştır. Bu tiyatroda Parlamento’nun ve Bakanların rolü ise, sadece olan biteni seyretmek ibarettir.
Tren bir kez raydan çıkmış, rüzgarı arkasına almıştır. “Dünya savaşı yenilgisi nedeniyle milli üstünlük duygusuna bir tepki olarak gelişen anti-semitik bir milliyetçilik” önüne çıkan setleri bir bir devirmeye başlamıştır. Tarihe “Alman Utanç Günü” olarak geçecek 1 Nisan 1933 tarihli Yahudilere boykot kararı ise zorbalık açısından tam bir baş yapıt olmuştur: “NSDAP (Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi), yani bir devlet mercii değil de parti, 1 Nisan 1933 tarihinde Yahudi dükkanlarını, esnafı, avukatları, doktorları vb. boykot etmek çağrısı yaptı. ‘Almanlar! Kendinizi Sakının! Yahudilerden Alışveriş Yapmayın!’ yazılıydı pankartlarda. Bunları boykota uğrayanlar bizzat, kendi dükkanlarının camekanlarına, iş yerlerinin, muayenehanelerinin girişine, tehdit altında asmaya zorlanıyordu. İşte terör böyle böyle başladı. Terörü daha da etkili kılan, boykot edilen dükkanların önüne SA gruplarından oluşan nöbetçilerin dikilmesi ve halkı bu dükkanlara girmekten alıkoyması idi. Tek tük istisna dışında Alman halkı, bu şekilde terörize edilmeye izin verdi ve medeni cesareti gösteremedi. 1938 Kasım ayındaki ‘kristal gecesi’ değil, 1 Nisan 1933’teki ‘Yahudi Boykot Günü’, asıl ‘Alman Utanç Günü’dür. Asıl bu gün, Alman halkının NSDAP’nin keyfiliğine karşı koymadaki zaafını ortaya çıkarmış ve Nazilerin daha da keyfi önlemler geliştirme cüretini artırmıştır.”
Profesör Hirsch’in tüm bu olan bitenden payını almamış olması elbettedüşünülemez.10 Nisan 1933 günü tüm Yahudi meslektaşları gibi kendisinin de hakimlik mesleğinden “zorunlu izne” çıkarıldığı bildirilmiştir. Her türlü yasal ve hukuki temelden yoksun bu karar ile “güçlerin ayrımı ilkesine, hakimlerin bağımsızlığı ilkesine ve Kamu Personeli Hukukuna ağır bir darbe indirilmiş”tir.
Profesörün durumu kabul etmesi kolay olmaz ancak her defasında kendisine zorluk çıkartmaması ve kahramanlığa soyunmaması yönünde salık verilir. İktidar yardakçısı kimselere göre, “bu terör karşısında herkes susmak zorundadır.” Profesörün o günkü Yargıçlar Birliği Başkanı ile yaşadığı diyalog ise gayet ibretamizdir. Başkanın; “Genç meslektaşım, sizinle birlikte sessizce tahammül ediyoruz.” sözlerine karşı Profesörün cevabı, pek çok açmazları açan bir tılsım mahiyetinde olmuştur: “Siz sessizce tahammül etmiyorsunuz, sessizce müsamaha ediyorsunuz.”
Profesörün perspektifinden yaşananlara göz atalım: “…hakimlerin meslek teşkilatı, Adalet Bakanı Gürtner’e nesnel hiçbir müracaatta bulunmadığı gibi, hakimlerin bağımsızlığı açısından vazgeçilmez bir teminat olan görevden keyfi uzaklaştıramama ilkesinin göz göre göre çiğnenmesine karşı gık bile dememiş, hiçbir aleni protesto girişiminde bulunmamıştı. Yeni düzen işte bu denli hızlı bir biçimde kendini bilfiil kabul ettirdi. Alman hakimleri ve hakimlerin meslek kuruluşları, kendi özel statülerinin temellerini tahrip eden tüm keyfi davranışlara boyun eğdiler, bunları sessizce kabullendiler. Devlet memurluğunun bütün şartlarını eksiksiz yerine getiren ve büyük kısmı zerrece siyasi bir faaliyet içinde olmayan sayısız hakimin, akşamdan sabaha, işlerinden tazminatsız atılmasına göz yumdular. İsmine bakılacak olursa, memuriyetlere partililerin doldurulmasına ve devlet imkanlarının yenilik gibi kullanılmasına karşı güya bir ‘temizlik önlemi’ olarak çıkarılan bu kanun, gerçekte, yeni rejimin istemediği kişileri memuriyetten atmayı ve açılan yerleri de liyakatlerini kanıtlamış ‘eski mücahitlerle’ doldurmayı amaçlamaktaydı. Tabii, aynı zamanda NSDAP’ye kaydolmak için de ortaya atılan bir yem oluyordu. Bazıları, NSDAP’ye girerek kendi mesleklerinde terfi etmeyi ve dolay kolay bir hayat teminini tasarlamaktaydılar.”
Halkın bu ağır tablodaki payının yadsınamayacak derecede büyük olduğunu belirtmek gerek: “… Halk da bütün bu iğrençlikler ve zorbalıklar sanki bir film perdesinde cereyan ediyormuş gibi kılı bile kıpırdamadan bakmıştır. O gün, kim bilir, kaç kişi SA’nın adamları tarafından sorgusuz sualsiz tutuklanmış, hakaretler yağdırılacak temerküz kamplarına sürüklenmiştir.” Dünya tarihindeki yerini almış bu hukuksuzlukların boyutugöz önüne alındığında, halkın sorumluluğunu irdeleme adına Profesör yine de insaflı bir değerlendirme yapmıştır: “Bu çapta siyasi altüst oluşları, ahlaki değer ölçüleriyle değerlendirmek mümkün değildir. Bu nedenle Alman halkının kollektif olarak suçlu olduğundan söz etmek, bu suçunun ceremesini bugünkü Alman nüfusunun da çekmesi gerektiğini söylemek, düpedüz saçmalıktır. Tüm halkın gelecek kuşaklar da dahil olmak üzere, de facto olarak katlanmak zorunda kaldığı, uğursuz bir siyasetin sonuçlarıdır bunlar. Suç isnadı ise ancak bunu uygulayanlara yöneltilebilir. Uygulayanlar ise, Goethe’nin de dediği gibi, her zaman vicdansızdırlar.”
Benzer hukuksuzluklara maruz kalan bugünün insanlarından biri olarak, Profesör Hirsch’in anılarını yoğun empati duygusu ile okuduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Satırlardan süzülen hissiyatın bu denli nüfuz etmesi için aynı acıları yaşamamız gerekir miydi bilemiyorum. “Aynı acılar” diyorum, çünkü maalesef KHK’lılara yaşatılan zorbalıkların izini Nazi Almanya’sında birebir bulmak mümkün. İsterseniz yazıyı Yahudilere değil de KHK’lılara yaşatılanlar olarak yeniden okuyun, herhangi bir farklılık sezmeyecek ve “hadi canım bu da olmamıştır” diyemeyeceksinizdir. Tek fark, KHK meselesinde cenaze soğumadığı (veya enkaz henüz kaldırılmadığı) için, olan biten hadiselerin çapı hakkıyla idrak edilebilmiş değil. KHK meselesine mercek tutarken, insanlığın yakın tarihindeki bu acı tecrübelerden istifade etmek ve daha fazla zaman kaybetmeden kendi yakın tarihimizle yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Yine Profesör’ün dediği gibi şimdilik konuyu noktalamış olalım: “Geçmişten ders çıkarılmadığı sürece, ne bireyler ne de toplumlar hayatın üstesinden gelemeyecektir.”
-“Anılarım Kayzer Dönemi Weimar Cumhuriyeti Atatürk Ülkesi”, Ernst E. Hirsch, Çeviri Fatma Suphi, Tübitak Yayınları 2000.
KHK Hakim Erdem VAROL