Eylül…
Rutin ölümdür, öldürür insanı. Sıradanlaştırır, keyfini kaçırır yaşamın. Yüreğimizin kuytularında yeşeren duygularımızın anlam kazanmasının önüne setler örer. Sıradanlaşmanın kurallaştığı hastalıklardan, alışkanlıklarımızın huy haline dönüşmesiyle dönülmez yolların yolcusu olmaktan vazgeçmeliyiz bazen, belki de çoğu zaman. Yoksa bir ağıta dönüşüyor hayat.
Bu haftaki yazımda bunu deneyeyim dedim. Siyasetin, ekonominin, coğrafyanın, insanların hırslarının, kavgaların, şımarıklıkların dışına çıkayım diye düşündüm. İyi de yaptım, soluklandım bir nebze…
Ağustos bitti, Eylül gün ortasında. Bu, hayatımın bilmem kaçıncı Eylül’ü…
Saat sabahın dördü. Bütün şehir sessiz bir karanlığa gömülü. Gece, siyahın matemini sergileme derdinde. Sokaklar, hayatın dev çerçeveleri, içindeki hayatlara küskün, caddeler suskun, yollar da yorgun.
Sokak lambalarının aydınlığı da yetmiyor bu kadar can kırıklığına…
Mutluluklarla dost olan şehrin duvarları zindan duvarları gibi mutsuz, isyankâr. Haksızda değil hani…
Şehrin günahına bulanmış esmer sabahlarda birbirlerine nispet yaparcasına anlatılan mavi ve boğuk rüyalarla hissizleşen gerçekler.
Mutluluk yankılanan sesler, sessiz çığlıklara mağlup olmuş, ruhunu bir ölüye vermişliğin çaresizliği içerisinde.
Gökyüzü mavisini yitirmiş, kuşlar sıkılmış bu şehirden, göç etme arifesindeler… Hele o nilüfer çiçeğini seven bahçıvandan eser kalmamış, benzi solmuş.
Ey Eylül, daha on yedisinde koparılmış çiçeklerin ahına bulaştırdın bizleri. Eyvahlar olsun ki kocaman yüreklere ateş düşürürken nasılda küçüldün. Karanlıkta ne gördüğünü anlatabilir misin bana? Gülleri öldürdün kanlar elimde kaldı…
Nerelere gideyim ey Eylül… Çocuklara bile merhamet edilmeyen bu dünyada. Süt emen çocukların annelerinden ayrılışına ses çıkarmaman niye. O çocukların gözyaşlarında ne gördüğünü anlatabilir misin bana? Gülüşleri öldürdün, gözyaşları yüzümde kaldı…
Ey Eylül karar ver. Yara olmak usandırmadı mı seni. Birazda yar olsan. Olmamış, bitmemiş inançlara, yeşermemiş aşklara, hiç söylenmemiş şarkılara, duvarlara yazılmamış şiirlere ve unutulmuş gülüşlere kulak versen. Yapar mısın, güvenilir mi sana.
Ey zamanın en acımasız mevsimi Eylül… Yüreğe kor ateşler düşüren şu dağdağalı hatıraların ne zaman izini kaybettirecek. Zamanın aksaklığa uğrayacağını, ağırlıkların hafifleyeceğini, kederin yenik düşeceğini, Eylüllerin bir daha yaşanmayacağını hatırlat bizlere…
Bu dar-ı dünyada incitme canı…
Vahap AKTAŞ
Bu yazını okurken Ahmet Arif geldi aklıma, halkının çilelerle katmerlenmiş yaşamını, toplumcu gerçekçi şiirleri ile o kadar güzel işliyorduki, insan ister istemez anlatılanların içinde buluyordu kendini.
Emeğinize sağlık Vahap Hocam insanın içine işleyen bir yazı olmuş.