Zihinsel Tutsaklık ve Özgür Olmak Üzerine!
Uzun zamandır bu kavram üzerine kafa yormaya çalışıyorum. Nedir zihinsel tutsaklık? Ben, biz, koskoca bir toplum bu tutsaklığın neresindeyiz? Gerçekten özgür müyüz? Ya da tutsaklığın ne kadar etkisi altındayız, parçası ya da yürütücüyüz. Tutsaklık ve özgürlük nedir? Ne kadar özgür ve özgürlüğün taşıyıcısıyız. Özgürlüğü, ne kadar yaşayabiliyor ya da yaşanmasına ne kadar olanak tanıyoruz. Tutsaklığın ve özgürlüğün sınırları nedir? Bu sınırların farkında mıyız? Yoksa bu sınırların içinde kendimizi özgür mü zannediyoruz. Sonsuz özgürlük olur mu? Tutsaklık sadece bedenen mi yaşanır yoksa zihinsel tutsaklık her birimiz de öyle ya da böyle, az ya da çok kendisini var ediyor dayatıyor mu? Ya da dayatmanın ötesinde bizler, zihinsel tutsaklığa ne kadar, nasıl, neden gönüllü olarak hizmet ediyoruz.
Özgürlüğü, birincisi, gerçekliğin farkına varmak ikincisi ve aslında belirleyici olanı kendi iradeni ortaya koyarak somut gerçekliğe müdahale etmek, değiştirip, dönüştürebilmek olarak tanımlarsak kaçımız gerçeğin farkındayız ve gerçeği dönüştürme iradesi ortaya koyuyoruz? Yoksa ders sıralarında, devlet derslerinde, okutulan özgürlüğe yani başkalarını rahatsız etmeden her şeyi yapabilme “hakkına” göre mi hareket ediyoruz. Elbette bu “özgürlük” anlayışıyla hareket etmek çok daha kolay. Çünkü bu özgürlük anlayışına göre somut gerçeklik çok mühim değildir, önemli olan başkalarını rahatsız ediyor musun, etmiyor musundur? Özgürlük algımız “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” diyen her şeyi, tüm değerleri, meta gibi alıp satmaya indirgeyen ticaret ve kâr elde özgürlüğü müdür? Ya da “bu benim düşüncem, bana saygı duymalısın” diyen bir “özgürlük” algınız mı var? Böyle bir özgürlük algısı, her şeyden sıyrılmanın, sorumluluktan kaçmanın alt yapısı değil midir ve genellikle bu özgürlük adına yapılmaz mı? Keşke özgürlük bu kadar kolay bir olgu olsaydı ama özgür olmak ve özgür kalabilmek bu kadar kolay olamayacak kadar zor ve sancılı bir durum değil midir?
Gerçeğin farkına varmak, evet, özgürlüğün birinci adımıdır. Peki gerçek nedir? Gerçek, gerçekten göreceli bir hal midir? yoksa gerçek biricik ve ıspatlanabilinir bir olgu mudur? Gerçeğin, gerçek olduğunu nasıl anlayacağız? Kendi gerçekliğimizi ve ülke, toplum ve dünyada var olan gerçekliği nasıl göreceğiz! Her görünen gerçek midir? yoksa gerçek görünenin ötesinde görünenden daha mı derindir? Ama şu bir gerçek ki görünen gerçek olsaydı bilime veya kılavuza gerek kalır mıydı?
Ülke ve toplum gerçeklerine geldiğimizde sohbet sırasında herkes gerçeği, hem de değişmez olan mutlak gerçeği bildiğini iddia ediyor. Kürt sorunu gerçeği var diyorsun, evet benim Kürt komşularım var, size hiç benzemiyorlar diyorlar, Alevi sorunu diyorsun benim Alevi arkadaşlarım var hiç sizin gibi değil diyorlar. Ezidiler, Rumlar, Ermeniler katledildi diyorsun, burası Türk ve Müslüman bir ülke diyorlar, İşçi, emekçilerin sorunları var böyle bir gerçeklik var diyorsun, işçi emekçiler de şükretsinler, bundan iyisi Şam’da kayısı diyorlar, kadınlar katlediliyor diyorsun, kadınlar da iyice ileri gittiler diyorlar, ağaçları kesiyorlar, eee kesmek lazım diyorlar, nükleer enerji doğaya zarar veriyor diyorsun ülkenin zenginliği için gerekli diyorlar. Diyorlar, diyorlar…
Ve dedikleri ile ülke ve toplum gerçekliğini bildiklerini iddia edip, seni; sorun çıkaran, gerçeği çarpıtan, abartan, yetinmeyen, ucube fikirli olarak tanımlayıp gerçeği onun gibi algıla(ya)madığın (!) için suçlu kişi ya da kişiler olarak ilan ederek dokuz köyden kovuyorlar.
Oysa gerçekte Kürt, Alevi başta olmak üzere halkların ve inançların ezilmesi, gayrimüslüm halkların kırılması, İşçi emekçilerin sömürülmesi, kadınların katledilmesi, doğanın talan edilmesi, bir komşu, yakın arkadaş, bir ağaç vb ile açıklanamayacak kadar derin sınıfsal, siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel yönleri olan bir çok sebep ve sonucun iç içe geçtiği ve belirlediği olgulardır. Bu olgular, derin inceleme, araştırma, anlama ve çözümlemeye ihtiyaç duymaktadır hiç de göründüğü kadarıyla görülecek gerçeklikler değillerdir.
Toplumların, insanların, bu gerçeklik algıları, acaba doğallığında mı böyle gelişiyor? Sadece bir kişinin değil birden çok, hatta milyonlarcasının ve toplumların böyle bir gerçeklik algısıyla bir hayat sürmesi ve gelecek nesilleri aktarması, kendiliğinden olacak bir şey midir?
Bu kadar insanın, toplumun algısını belirleyen sistematik ve bilinçli uygulanan ve yaşatılan gelenekler, din, töre ve günümüzde de en önemli olanı eğitim ve devletin makbul vatandaş algısı belirlemiyor mu?
Peki, diyelim ki tüm somut gerçekliği biliyor ve farkına varıyoruz. Farkındayız. Eee bilmek, farkında olmak yeterli mi? Bilip farkındayız diye şimdi özgür mü olduk? Özgür olduğumuzu mu sanıyoruz?
Hayır, bilmek ve farkına varmak yetmez! İşte tam da burada özgürlüğün ikinci ve olamazsa olmazının şimdi devreye girmesi gerekmiyor mu? Evet dünyayı anlamak önemlidir ancak bu yeterli değildir, aslolan, anladığımız dünyayı değiştirip dönüştürmek için irade koymak, gerçeği kabul etmek fakaaat bunu kader ve alınyazı olarak görmeden, gerçeğe müdahele etmek, edebilmek için irade ortaya koymak değil midir?
Şimdi aynaya bakma zamanı!
Gerçekten gerçeği biliyor muyuz, gerçeğin farkında mıyız? Farkına vardığımız gerçeğe yön vermek ve değiştirip dönüştürmek için irade ortaya koyuyor muyuz? İrade ortaya koyanların yanında mıyız? İrade ortaya koyanlarla yan yana gelmek için çaba gösteriyor muyuz?
Şimdi aynaya bakma zamanı!
Kendi gerçeğimiz, ülke ve dünya gerçeklerini anlamak ve anladığımız gerçekliğe dün ve bu gün müdahale ettik mi? Etmediysek neden etmedik? Gerçeği göremeyen ya da sadece görünen gerçeği gördüğümüz için geçmişimizle yüzleşecek miyiz? Yüzleşmeyi gerçekten mi yoksa sadece günü kurtarmak için mi yapacağız yoksa gerçekten geleceğe aktırabilecek kadar köklü ve derinlikli yapabilecek miyiz?
Şimdi biz KHK’lıların aynaya bakma zamanı!
Biz KHK’lıların gözleri belki de doğduğumuz günden bu yana bağlı değil mi?
Biz KHK’lılar; dün, zihin tutsaklığını yaşıyor ve yaşatmak için çaba harcıyor ve bu tutsaklığı başka beyinlere taşımıyor muyduk? Bir zamanlar zihinsel tutsaklığın bekçisi, bu tutsaklığın yürütücüsü ve inşa edilmesinin ustaları değil miydik? O halde Kendimizle geçmişimizle, gerçeklikle yüzleşmeden zihinsel tutsaklıktan kurtarabilir miyiz? Bunu yapmadığımız sürece özgür olduğumuzu iddia edebilir miyiz? İhraç edilmemiz gerçekliğin üzerini örten, göz bağını çözüp açabildi mi? Yoksa gerçeği bilmek sorumluluk getirir diye gerçekten kaçıyor ve gerçeği dönüştürecek iradeyi ortaya koymuyor muyuz? Gerçek ve gerçeğin getirdiği sorumluluğu mu yoksa yine eskisi gibi yanılsamalar içindeki ve çarpıtılmış gerçekliğe hizmet etmeyi mi tercih ediyoruz? Zihnimizi tüm örtülerden arındırmayı, zihnin duvarlarını yıkmayı ve bagajlarını boşaltmayı başarabilecek ve tutsaklıktan kurtulup özgürlüğe adım atabilecek miyiz?
Şimdi aynaya bakma ve aynada gördüğümüz gerçekle yaşadığımız coğrafyanın ve toplumun gerçeğini, gözlerimizi gözlerimizden kaçırmadan, görme, yüzleşme ve irade koyma zamanı değil mi?
Aynaya baktığımızda gözlerimizi gözlerimizden kaçırmayacağımız, zihnimizin tutsak olmadığı, gerçekle, gerçeğimizle yüzleşme, kendimiz ve insanlık için irade koyacağımız günler dileğiyle!
Yurdagül ŞAHİN