Cumartesi, Ocak 25, 2025
YAZARLAR

Biz KHK’lılar Herkesin Mecnun’u Olduk!

Gönül, ne kadar ilginç, ne kadar, derin ve bir o kadar farklı, çelişkilerle dolu ve zengin. Tanımlaması, anlaması ve anlamlandırması ne kadar zor ve aslında bir o kadar kolay. Üzerine ciltler dolusu kitap yazılsa da, binlerce araştırma yapılsa da herkeste farklı ve aslında herkeste aynı. İnsanın duygu ve düşünce dünyası ne kadar karışık ve aslında sade değil mi? Herkes inanmak, sevmek ve sevilmek istediğini söylüyor ama aslında herkesin inanma, sevme ve sevilme algısı farklılık göstermiyor mu? Kendimiz bile nerde, ne zaman, nasıl ve ne istediğini bilemez bir durumda değil miyiz? Dün yaşadıklarımızı gözden geçiriyor güya dersler çıkarıyor ama bu gün yine dünün tekrarını yaşamıyor muyuz? Kendimiz bile gönlümüzü okuyamıyor, okusak bile müdahalede zaman zaman yetersiz ve güçsüz kalmıyor muyuz? Somut gerçekliği ve aslında ne yapılması gerektiğini bilmemize rağmen gönlümüze tahakküm kuramıyor ve hatta tahakküm kurmaya çalıştıkça kendimizi bazen “olmak isteğimiz ve bazen de istemediğimiz” yerde bulmuyor muyuz? Ya gerçekten kendimizi tanımıyoruz ya da somut gerçekliğin sadece farkındaymış gibi yapmıyor muyuz? Gönlümüz, bizi, çoğu zaman istediği yere sürükleme gücüne sahip olmuyor mu?

Gönül ne ilginç değil mi? Bazı gönüller, hayatları pahasına inanıyor, öyle bir inanıyor ki bedenini açlığa yatıracak, uğruna ölecek kadar. Düşünün ki sevdiği ve inandığı uğruna, göreceği baskıyı, gözaltıyı, kelepçeyi esareti, işini kaybedeceğini ve daha başka bedeller ödeyeceğini bile bile inanıyor ve seviyor. Düşünün öyle bir gönül ki bu, devletin, ailenin, toplumsal çevrenin tüm uyarı ve engellemelerine rağmen irade koyuyor, sevdiği ve inandığı değerler için vazgeçmiyor, inandığı değerleri yaşatmaya çalışıyor.

Gönül ne ilginç değil mi? Tıpkı son günlerde izlediğim ve çok etkilendiğim Gönül filminde ki iki insanın bir ritim eşliğinde birbirine akması ve tıpkı “kalpten kalbe bir yol vardır gözünen görülmez sırdır”ın vücut bulması gibi birbirine, inandığın değerlere akmıyor mu?
Filmde, uyarılan vazgeç artık denilen erkeğin, “Gönlümü orada bırakamam” deyip gönlü için ısrar etmesi gibi. Yine aynı filmde gönlün ne kadar zengin, gönlün ne kadar anlayışlı ve yargılamadan dinlemeyebileceğini, sevdanın nasıl da koşulsuz desteklendiğini, insanların ne kadar sevgi dolu, sevecen ve başkasına karşı duyarlı olabileceğini görmüyor muyuz? O filmi izledikten sonra insanın, gönlü keşke Dom’lu doğsaydım ya da onlarla birlikte yaşasaydım demiyor mu?

Uzun zamandır izlemelisin denilen Çemberimde Gül Oya dizisinin ilk bölümünde yaralı kişileri “bunlar anarşist” deyip terk eden kişilerin gönlünü nasıl anlayabiliriz ki? Kötülüğün bu kadar rahat yapılmasının, meşru görülmesinin utancını yaşamak onlar adına da utanmak zorunda hissettirmiyor mu bizleri?

Yine aynı dizi de kan bağı olmamasına rağmen kardeşleşen, dostlaşan insanların gönül zenginliğini anlamak ve dünyaya yayılmasını, insan ilişkilerinde hakim olmasını istemek ise bizleri çok iyi hissettirmiyor mu? Kötülükle iyiliğin savaşında, iyi olabilmek, iyinin yanında olmanın güzelliği bizleri çok mutlu hissettirmiyor mu? Gönül ne ilginç değil mi? Bu günü yaşarken dünü düşünmekten vazgeçmezken geleceği kurgulamayı da unutmuyor. Tabi, bir de ilginç olan gönlümüzün de dünün ve bu günün olması değil mi? Dün de ki ile bu gündeki gönlümüz ve bizi sürüklediği şey aynı mı? Gönlümüzün de bir tarihsel arka planı, krolonojisi yok mu?

Dün de ki gönül ile bu gün de ki ve yarın da ki gönül aynı mıdır? Dün de ki Ferhat ile Şirin, Leyle ile Mecnun aşkı bu gün yaşanabilir mi? Ya da herkese nasip olur mu? Dün insanlar sevdası için her şeyi göze alıp, od olup yanarken bu gün bu mümkün mü? Bu gün Ferhat ile Şirin’i anlayabilir miyiz? Ya da onlara bu günden baktığımız da kara sevdanın çözümsüzlük olduğunu ve takıntılı bir durum yarattığı gerçeği ile karşı karşıya kalmıyor muyuz?
Gönül ne kadar ilginç değil mi? Öyle zamanlar oluyor, öyle şeyler yaşıyoruz ki hem kendimizle hem durum ve olaylarla yüzleşmekten kaçmıyor muyuz? Ruhumuzda açılan yaraları kapatırken bile gerçekten bu yaraları tüm çıplaklığı ile ortaya serebiliyor muyuz? Yoksa bunu, gönlümüzün izin verdiği kadarını mı yapabiliyoruz?

Gönül ne ilginç değil mi? Bir yer de sadece kendisi için değil tüm insanlığa olan inancı sevdası için her türlü bedeli göze alarak gönlünün olmak istediği yerde olmak için irade koyanlar varken başka bir yerde sadece kendi sevdiği ve istekleri için bile irade koyamayanlar var. Böyle gönüllere ne demeli, nasıl anlamalıyız? Bunu görüp, bu gerçekliği bilerek bu gerçekliğe rağmen kollektif inancını, sevgisini yitirmeyenleri nasıl anlamalı ve nereye koymalıyız? İdam sehpasına gülerek giden ve giderken bile inancını haykıran, sehpayı da kendi deviren Denizleri nereye koyacağız. Onların gönüllerini nasıl anlayacağız?
Gönlü, sevgiyi, inancı, iki cinsin yani bir kadın ve erkeğin birbirini sevmesi olarak algılamak onu sığlaştırmak olmaz mı? Tüm sığlığana rağmen bunu bile başaramadığımız zamanlar olmadı mı? Gönül hayata tutunduğumuz tutkuların toplamı değil mi?

İşte tam da bu yüzden biz KHK’lıların işleri elinden zorla alındığında Leyla’sının peşinde derbeder olan Mecnun olmadık mı? Emine sokak ortasında kocası tarafından katledilirken hepimiz Emine, Ali İsmail sokak ortasında dövülerek öldürülürken hepimiz Ali ve Alim de gelsin yemeğe öyle başlayalım diyen Ali’nin annesi, küçük kızının öldürüldüğünü ispatlamaya çalışan baba Şaşmaz, çocuklarının kemiklerini arayan Cumartesi Anneleri, Suruç’ta otuz üç düş yolcusu için “biz şimdi onların annelerine ne diyeceğiz” diyen Kürt Ana, adaletsizliğe karşı oğlunu kurtarmaya çalışan ana Şenyaşar, güvercin tedirginliğinde iken katledilen Hrant, kar uğruna kesilen zeytin ağacı olmadık mı? Ya da bunlara sebep olanların insan dışılığıyla mücadele etmedik mi? Bu insan görünümlü yaratıkların, insanlık adına utanç kaynağı olduğunu, insanımsı bu kişilerin zihniyetinin hakim olmaması için her şeye rağmen insanlığın yarattığı değerleri her yerde yaşatmaya çalışmıyor muyuz? Gönül öyle tek bir kişiye duyulan sevgiye indirgenecek kadar küçük değil, o tek kişiyi de içine alan ve çok daha fazlasını isteyen çok daha fazlasına inanan çok özel bir olgu değil mi?

Tüm bu tüketim çılgınlığına, hayatın çok hızlı akmasına rağmen yaşamımızı tutku, istek ve sevgilerimizin toplamı belirlemiyor mu? Bu havalarda bile birileri OHAL’e, kayyumlara ve KHK’lara karşı gönlünü, bedenini ortaya koymuyor mu? Birileri sevdası uğruna koşuşturmuyor mu?

Gönlümüzü ferah tutalım, gönlün, isteyen gönüllerle birleşip başaramayacağı hiç bir şey olamaz, olsa bile “elimden geleni yaptım” diyen bir gönlün huzurunu yaşamaz mı? Yaşama tutkuyla bağlanmanın, ona sahip çıkmanın günü, gecesi zamanı var mıdır? İşte yaşama tutkusu olanlarında gönlü tam da bundan dolayı çok rahat değil midir?

Her şey gönlünüzün, gönlümüzün istediği gibi olsun. Alacakaranlık yaklaşıyor, gün aydınlanıyor şimdi güne hazırlanma zamanı değil mi?

Sevgiyle kalın!

Yurdagül ŞAHİN