Ya Bizimle Mücadele Edeceksiniz Ya Da Bizim Yaşadığımız Kaderi Yaşayacaksınız!
Ülke, henüz Ohal karanlığına saplanmadan önce siyasi iktidar, Ohal ve onun yaratacağı karanlığın adımlarını tek tek, yavaş yavaş ve sinsice atmaya başlamıştı bile. 15 Temmuz Darbe girişimi, siyasi iktidara, sinsice attığı bu adımların daha pervasız, açık ve hızlı atabilmesi için bir nimet oldu. Siyasi iktidar, eline geçen fırsatı “Allah’ın Lütfu” olarak ilan etti. Darbe girişiminden hemen sonra 20 Temmuz’da ilan ettiği sivil darbeyi, ülkeyi, kendisi için dikensiz gül bahçesine çevirmek ve tek adam rejimini inşa etmek için zemin olarak kullandı. Bu tarihten sonra neredeyse ülkede hiç bir şey eskisi gibi olmadı. Toplumun belli bir kesimi, terörle mücadele ediyoruz adı altında taraflaştırılıp yandaşlaştırılırken büyük bir kesiminin de haklara dönük saldırılar için rızası alındı. Ohal, Kayyum ve KHK’ler ülke yönetmenin, dizayn etmenin ve muhalifleri susturma, sindirmenin, siyasi rehine haline getirmenin en önemli araçları haline geldi. Siyasi iktidar gittikçe pervasızlaşıyor, saldırganlaşıyor, polis devleti uygulamaları sıradanlaşıyor, hukuk aldığı ya da alamadığı kararlarla üstünlerin yararına, tek adam rejime hizmet ediyor, birileri siyasi iktidara yancı, yandaş olurak rant, talan, yağma ile ceplerini doldurmaya başladı. Tüm bunlar yaşanırken, ülkenin muhalif siyasi partileri, siyasi iktidarın hışmına uğramamak ya da belki de sınırlı demokrasi anlayışının sonucu siyasal iktidarın “demokrasi mücadelesini” alkışladı, bu mücadeleye destek ve taraf oldu. Böylelikle aslında 20 Temmuz, bu ülkenin iktidarından muhalefetine, tüm siyasi partilerinin demokrasi anlayışının sınırlarını hem Türkiye hem dünya kamuoyuna göstermiş oldu. Kısaca 20 Temmuz ve sonrası ülkedeki siyasal aktörler için önemli bir turnosol görevi gördü. Burada siyasi iktidarın tutumu elbette kendi içinde anlaşılırken muhalif partiler, tutumları noktasında ülke siyasetini anlama ve yön verme anlamında sınıfta kaldı ya da oynamak zorunda kaldıkları rolü oynadılar. Ancak siyasi iktidar, bir dönem evet, sistem ve kendisi için tehlikeli olanları tehdit ederken, bir dönem sonra tüm muhaliflere, şimdilerde ise kendi gibi düşünen ancak başka yerde duran siyasal öznelere de devlet gücünü arkasına alarak saldırmaya başladı. Kısacası 20 Temmuz ile başlayan ve diğer siyasi partiler tarafından alkışlanan muhalif avı bu gün döndü alkış tutanları da tehdit eder hale geldi.
Bu kadar uzun bir girişi dönemin siyasal atmosferini anlamak, iktidarından, muhalefetine tüm siyasi partilerin durdukları yeri tam olarak oturtmak için yaptım. Bu haliyle iktidar tek adam rejimi inşa ederken, “demokrasi mücadelesi” veren iktidara, iktidarın izin verdiği oranda ve izin verdiği çerçeve kadar muhalefet eden diğer siyasi partilerin, muhalefetinden demokrasi geleceğini ummak, büyük bir körlükten ve hatta süreci bilinçli olarak çarpıtmaktan başka bir şey olmayacaktır.
Gelelim 20 Temmuz’da Ohal’e Kayyumlara ve Khk’lere gerçek mücadeleyi örebilecek, örecek toplumsal dinamik ve öznelere.
Buraya girmeden önce yukarda ilk girişte daha darbe girişimi olmadan Ohal karanlığına adımlar atılıyordu demiştik. Evet belki de bu adımlardan en önemlisi kamu çalışanlarının fişlenmesi için Davutoğlu döneminde Şubat ayında yayınlanan Başbakanlık genelgesidir. Bu genelgeye göre kamu kurum ve kuruluşlarında terör komisyonları kurulacak, bu komisyonlara, vatan, milletsever, devletine sadık, çalışma arkadaşlarını kolayından satabilecek, fişleme listelerine ekleyebilecek kişiler seçilecekti. Nitekim bu komisyonlar kuruldu ve komisyon çalışanları, canla başla vatan sevgilerini göstermek için çalışma arkadaşlarını terörist ilan etti. Buna paralel olarak 657 Devlet memurluğu kanunu ve kamu emekçilerinin iş güvencesi tartışmaya açıldı. Devlet aklı, devlete sadakat vb yaklaşımlar dillendirilmeye başlanarak hem toplumun hem de kamu emekçilerinin verdiği, vereceği refleksler ölçüldü ve rızası alınmaya çalışıldı. Siyasi iktidar iş güvencesinin ortadan kaldırılması için attığı her adımda, tok bir yanıt bulamadıkça saldırılarını artırdı. Sendikal faaliyet, sendikalı olmak bile terör kapsamına alınarak sendikalı aktivistler, sürgünlerle, kesilen cezalarla cezalandırıldı. Siyasi iktidar saldırdı cevap veren yok, saldırdı cevap üreten yok, emek mücadelesi veren toplumsal, siyasal ve sendikal özneler bile tok bir yanıt üretemedi. Siyasi iktidar bu iklimi, emek cephesindeki bu ataleti ve mücadele kaçkınlığını gördükçe daha azgınca saldırdı ve sonunda iş güvencesinin iç edilmesi demek olan KHK’ler eliyle yüz binlerce kamu emekçisi kamusal alandan ihraç etti ve kazanılmış hakları biçti geçti. Ülke tarihinde kamu emekçilerinin kazanılmış haklarına yönelik böyle bir saldırı görülmemiştir. Saldırı 672 ile başladı ve 675, 686 vb adlarla aralıklarla devam etti. Her KHK da kamu emekçileri, mücadele eden ve mücadele geleneğinden gelenler bile kurbanlık koyun gibi ve iki eli yanda çaresizce kedisine biçilecek olan kaderi bekledi. Kendisine biçilen kaderi kabul etmeyenler de oldu. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça; direnişleriyle sendikların yapamadığını, yapmak istemediklerini, yaparak, KHK gerçeğini hem Türkiye hem dünya kamuoyunun gündemine sokmayı başardılar. Samandağ ve Dersim’deki kamu emekçileri açığa alma ve ihraç saldırısına çok tok yanıtlar üretti ve yereldeki mücadele kazanımla sonuçlandı. Yüksel Caddesinde ve Yerelde gerçekleşen bu mücadeleleri, kamu emekçilerinin yüzyıllık temsilcisi olan KESK ve bağlı sendikalar kucaklayamadı, yaygınlaştıramadı ve hatta yerellerde gelişen mücadele ateşlerini bürokratik mekanizması içinde söndürdü. Demem odur ki kamu emekçilerinin yüzyıllık temsilcisi olduğunu iddia eden KESK ve ona bağlı sendikalar da KHK saldırılarına karşı geliştirmediği mücadele ile sınıfta kaldı. Oysa bir sendikanın en temel görevi üyelerinin ve toplamda varolan kamu emekçilerinin en temel kazanılmış hakkı olan iş güvencesini ne olursa olsun savunmak, savunabilmek için fiili mücadele yürütmek zorundadır. Üyelerinin ve emekçilerin kazanılmış hakları çok keyfi bir şekilde, haksız ve hukuksuzca yok edilirken sendika, süreci sadece izliyor, süreci emekçiler lehine değiştirmek için adım atmıyor ve her türlü mücadele zeminini kullanmıyor, yaratmıyorsa o sendikanın, sendikalığı tartışmalı hale gelecektir.
Bizler, yani ben ve benim gibiler sendikal dinamiklere döne döne şunu söyledik. Evet, tarihi saldırıya, tarihi yanıt bir yanıt veremedik ancak hiçbir şey için geç değildir. Gelin Khk’lere karşı ve Khk’lerin iptali için hemen bu günden ortaya bir mücadele programı ve ona uygun bir mücadele pratiği ortaya koyalım. Geçen 6 yıla rağmen hala saldırılara karşı tok bir yanıt verecek ve saldırıları durduracak ne bir program ne de pratik ortaya koy(ul)madı. Hala emekçiler tek tek veya topluca, 375 KHK’nın 35. Maddesine göre ve idari soruşturmalarla ihraç ediliyorlar. Ve hala kamu emekçilerinin yarattığı mücadele birikimine ve değerlerine sahip sendikalar mücadele etmemek için direniyor. Bunu özellikle söylemek gerekiyor ki mücadele etmemek dönemin getirdiği bir zorunluluk değil bürokratik yapılanmanın emek mücadelesinden kaçmasıdır yani bir tercihtir.
Buradan tekrar tekrar kamu emekçilerinin mücadele birikimi ve değerlerine sahip sendikalarına sesleniyorum! Hiç bir şey için geç değildir! Gelin, öznelerinin ihraç kamu emekçilerinin olduğu bir mücadele programı ve pratiği orataya koyalım ve Khk’leri tarihin çöplüğüne gönderelim.
İkinci ve aslında belirleyici olan çağrım ise hali hazırda çalışan ama her an ihraç edilme tehdidiyle yaşamak ve çalışmak zorunda olan kamu emekçilerinedir!
Bizler, haklarımıza yeteri kadar sahip çıkamadığımız ve Khk’lere karşı zamanında ve yeteri kadar mücadele edemediğimiz, bu uğurda toplumsal, sendikal dinamikleri mücadele için harekete geçiremediğimiz için ihraç edildik ve tamda bu yüzden 6 yıl geçmesine rağmen hala Khk’liyiz. Yani suçun büyüğü biz ihraç kamu emekçilerinindir. 6 yıldır işimize ve gasp edilen haklarımıza kavuşamadıysak iğneyi başkasına batırırken çuvaldızı kendimize batırmak zorundayız. Çünkü biz, biz olamadık, biz, bize sahip çıkmadık ve hal böyle olunca kimse de bize, sahip çıkma derdine düşmedi. Kendi soruna sahip çıkmayanın sorununa kimse derman bulmaz, bulamaz.
Biz ihraç kamu emekçileri için arada “güzel şeyler”de oluyor. Mesela, artık iş güvencesinin yokluğu ve işsizlik bizler için bir tehdit değil, ancak çalışan kamu emekçileri için iş güvencesi en temel hak ve vazgeçilmezdir.
Hali Hazırda Çalışan Kamu Emekçileri
Çalışma yaşamınızın devam etmesi ve gelecekten korkmadan çalışabilmek için Khk’lerin bir tehdit olmaktan çıkması gerekiyor. Kısaca sizlerin iş güvencesinin kalıcı olabilmesi için Khk’lerin iptal edilmesi ve bizlerin gasp edilen haklarımıza kavuşması, işlerimize geri dönmemiz gerekiyor. Tam da bu yüzden siz, çalışan kamu emekçileri ile biz, ihraç kamu emekçileri yan yana, omuz omuza haklarımız için birlikte mücadele etmemiz gerekiyor. Bu bir tercih değil zorunluluktur ve ayrıca diğer kazanılmış haklarımızı korumak, haklarımızı geleceğe ve gelecek nesillere aktarabilmek için de tarihsel bir görevdir.
“Bana bir şey olmaz, sesimi çıkarmazsam bir şey yapmazlar, susarım, işime bakarım” diyerek ihraç saldırısından kurtulamazsınız, çünkü siyasi iktidar, artık kendinden olana bile saldırıyor. Kendinden olan bile artık kendini güvende hissetmiyor. Bireysel çözümler, susmak, torpil bulmak kısa vadede sizleri ve bizleri “kurtarabilir” ancak uzun vadede gaspedilen haklarımızı alabilmek ve var olan haklarımızı koruyabilmek için örgütlü olmak ve örgütlü mücadele etmek gerekmektedir. Haklarımız için harekete geçme çözümün tek belirleyeni olan mücadelenin parçası ve öznesi olmak zorundayız.
Ya, yan yana birlikte, örgütlü mücadele edeceğiz ya da “bana birşey olmaz” diyen 152 bin Khk’li gibi Khk’lerin sonuçlarını tatacağız. “Her ölümlü bir gün ölümü tatacaktır” gibi oldu evet ama mücadele etmezsek her kamu emekçisi Khk’li olma kaderini yaşayacaktır.
Ya AKP’nin memuru olacak buna rağmen bir ömür korkuyla çalışacaksınız ya tek tek avlanacak ya da bizimle yol yürüyeceksiniz.
Seçim sizin!
Yurdagül ŞAHİN