Ben Bir Türkmen Kızıyım
Fatma Zehra Fidan
Devlet panzerlerinin oyun çağındaki çocukları öldürüp faillerinin rahatça gezindiği bu ülkede namuslu kalabilen var mıdır?
Ben bir Türkmen kızıyım. Çocukluğum Toros Dağları’nın sevgiyle kucakladığı korunaklı Akdeniz sahillerinde geçti. Yüzmeyi kaç yaşında öğrendiğimi bilmiyorum. Küçük bir çocukken denizin gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisine doğru kulaç atar, yüzerek gökyüzüne ulaşabileceğimi zannederdim.
İlköğretimde her sabah andımızı, orta öğretimde her Pazartesi ve Cuma günleri istiklal marşını okurken tüylerim diken diken olurdu. Liseyi bitirinceye kadar etrafımda Türk olmayan birini görmedim, yoktu. Bu yüzden andımızı okurken “Ama ben Kürdüm” diyen bir kalp çarpıntısından hiç haberim olmadı.
Sonra büyüdüm. İçinde büyüdüğüm kültüre ve o yıllardaki Türkiye toplumunun genel algısına ters olan dinî yönelimlerim nedeniyle hırpalandım. Hırpalanmak kötüydü, bu yüzden beni hırpalayanlar da dahil hiç kimseyi hiçbir zaman hırpalamamaya ahdettim.
Yaşadığım coğrafyanın ve içine doğduğum ailenin etkisiyle yelpazem çok genişti, hayatım boyunca kendiliği nedeniyle yelpazemin dışında kalan hiç kimse olmadı.
Derin kırılmalarla oluşan kişisel tarihimde beni büyüten acılar yaşadım, acının insanı büyüttüğünü çok genç yaşta öğrendim. Büyümek güzeldi.
Göğe ulaşma tutkum hayatımın hiçbir evresinde tükenmedi. Kanatlarımı kırmaya, beni toprağa gömmeye çalışanlar ise -ne acıdır ki- din ve dindarlık söylemine sahip çıkanlar veya öyle görünenlerdi.
Sonunda yelpazemi daraltmayı öğrendim; dini kendi çıkarları için kullananlar kendiliğinden yelpazemin dışında kaldı.
…
Öteden beri kırmızı ve sarı rengi çok severim, bir de siyah…
Türkmen kızı Türkmen kızı
Gidelim dağların başına
Sen allar giy ben kırmızı…
Kırmızı sevgim belki bu türkülere dayanıyordu, içinde büyüdüğüm sarı papatyalar ve ekşilik bitkileri ise sarı sevgimin dayanağı olmalıydı.
Siyah, aydınlatmaya çalıştığım dünyada bana güç veren sabaha gebe geceydi.
Yaşım büyüyüp içine doğduğum coğrafyayı anlamaya başladıkça bu renklerin başka anlamları olduğunu öğrendim. Kırmızı öteden beri mücadelenin rengiydi mesela, sarı da emeğin. Belki de adı koyulmamış bir iç dünyanın kendi renklerini bulmasıydı türkülerin çığırdığı.
Acıların insanı nasıl büyüttüğünü anlamak için Rus klasiklerini okumak yeterli değildi; hayata dikkatlice bakmak ve oradan kendine yol bulmak gerekiyordu.
Hayatın önüme koyduğu sıkıntılar nedeniyle sızlanmamam gerektiğini tam yedi yaşında öğrenmiştim; karanlıkta yolumu bulmak için güçlenmekten başka çarem yoktu.
Hayatımda hiç zengin olmadım, zenginlik hayalleri de kurmadım. Bu yüzden araba markalarını pek bilmem. Ancak zamanın birinde yüreğimize beyaz Toros diye bir marka kazındı. Marka, topluma acı devşirmek gibi marifetleriyle ünlenmişti.
Adına Cumartesi Anneleri denilen yüreği kezzap yemiş kadınlar, bu arabaların ürünüydü.
Lüks, zenginlik, statü istemiyordu bu kadınlar; kaybedilen evlatlarını, evlatların kendisi olmazsa kemiklerini istiyorlardı.
Bir annenin evladının kemiklerini istemesi ne demektir? Bunun insan ruhunda nasıl bir yansıması vardır? Sadece soruyor, cevap beklemiyorum. İmkansızı talep etmeyecek kadar aklım başımda çünkü.
Bir Berfo Ana vardı bu coğrafyada; evladının ardından ölüm ağıtı yakamayan, belki gelir diye tam yüz beş yaşına kadar kapısını kilitten azat eden saf acıya dönüşmüş bir kadın.
Öfkenin ve acının çaresiz bıraktığı bir hayata karşı nasıl bir dirençtir bu? Nasıl bir güç, nasıl bir umut, nasıl bir tutunma, nasıl? “Hangi dereden su içtin, hangi gıdayla beslendin, hangi türküleri belledin çocukluğunda Berfo Ana?” demeye utanır insan.
Bu kadar utancımız olsun bari, lügatten çıkarılan kelimelerin içine UTANÇ girsin artık, UTANÇ…
…
Zaman değişti, devran döndü…
Yoksullar bir kere daha para pul yat kat araba hayali kurmaktan uzaktı. Yoksulun belli başlı korkularından biridir paraya kavuşmak. (Latife Tekin’e buradan selam olsun.)
Sıradan insanların hayallerini bir kere daha araba markaları süslemezken, hayat sahnesine siyah transporterlar çıktı. Muktedirin ve uşaklarının araba zevki değişime uğramıştı besbelli.
Adına OHAL denilen faşizan yönetimde, transporter ve bilinmezliğe mahkûm edilen insan sayısı katlandı.
Yeni Cumartesi Anneleri çıktı ortaya; evladının yolunu gözleyen, bir mezar başında ağlamanın büyük bir lütuf olduğunu fark eden.
Berfo Ana’nın acısını siyaset gündeminin aracı yapan muktedirin eskilerinden farkı yoktu; muktedir her zamanki gibi güçlü ve haklıydı.
Gücün kendisine yöneltildiği kitle farklılaşmıştı sadece. Beraber çıkılan yollarda anlaşmazlığa düşen filler, bir kere daha yolculuğunu masum insanlık hülyalarıyla süsleyen sıradanlardan seçiyordu çiğneyeceği çimleri.
Kendisini son devrin din mazlumları olarak tanımlayan sıradanlar zannedildiği gibi cesur değildi. Beyaz Toroslardan ve Cumartesi Annelerinden de haberleri yoktu.
Zihinlerinin odaklandığı yelpaze dışındakiler besbelli ötekiydi. Ötekilere karışmak biraz zaman aldı; ehl-i dünyadan medet beklemek onlara yaraşmayacağı için bir müddet ebabil kuşlarının yağdıracağı taşlar beklendi. Halbuki ebabil kuşlarının vazifesi bin yıllar önce sona ermişti.
Son devrin din mazlumları biraz geç olsa da gerçeğe uyandı. Acı da olsa güzeldi uyanmak. Uyanmak farklı etkileri olan bir eylemdi; sözlükteki kelimelerin anlamını farklı renklere boyadı.
…
Toplu tecavüzler yaşandı bu coğrafyada; tecavüzün tarihçesi yeniden harmanlanıp bir kere daha kazındı bugüne. Toplu tecavüzler her acı gibi uyandırıcıydı; “Bize namus lazım değil!” diyen haykırışlar yükseldi semaya.
Bize namus lazım değil!
Namus nedir sahi? Daldan dala atlama pahasına sormak elzem: Namus nedir?
Devlet panzerlerinin oyun çağındaki çocukları öldürüp faillerinin rahatça gezindiği bu ülkede namuslu kalabilen var mıdır?
Devletin bir emniyet mensubunun, on dört yaşındaki çocuğu öldürülen anneye “Çocuğunu ben öldürmedim ama öldürsem ne var?” diyebildiği anda namus semanın hangi katına buharlaşmıştır?
Sayısını artık bilemediğimiz kadar kadının katledilmesi üzerine “Onlar da gece yarısı sokağa çıkmasalarmış” diyen insan kalabalığında namustan söz edilebilir mi?
Bir Kur’an Kursu’nda, Kur’an-ı Kerim öğrenen öğrencilere belletmenleri tarafından tecavüz edildiğinde, aileden sorumlu tesettürlü kadın bakanın “Bir kereden bir şey olmaz!” dediği, diyebildiği bir toplumda…
Devletin kadın katillerini saklayıp cinayete intihar süsü verdiği, halk kitlesinin bunlara seyirci kaldığı bir coğrafyada namustan söz edilebilir mi sahi?
….
Hayatı deneyimlerimizin içinden geçerek öğreniriz. Acılar öğreticidir. Acılar yarıştırılamaz.
Bu acıların içinde her gün biraz daha büyüyen Müslüman bir Türkmen kızı olarak, “Siz hiç Kürt oldunuz mu?” diye haykıran bir Kürt delikanlıya “evet ben de bir Kürdüm!”;
ninesinin ilk gece hakkını kullanan ağaya öfkesini ve kendisini ifade edememenin çaresizliğini bildiğim Anjel Dikme’ye “ben de bir Ermeniyim” ;
6-7 Eylül karanlığında malları yağmalanarak yurt bildikleri topluma bir gecede yabancılaşan Rumlara “ben de bir Rumum!” demeden insanlığımı…
“Ben bir dünyalıyım. Dünümle, bugünümle ve yarınımla insanlık dinine mensubum!” demeden dindarlığımı algılamam mümkün görünmüyor.