Yaşamak İçin Kaçmak: Göç
AYDIN ENGİN
Hiç kimse durup dururken göç etmez. Almanya kent ve kasabalarını dolduran Anadolu’dan kopup gelmiş milyonlar “Gidip bir de Avrupa’yı göreyim” diyerek yollara düşmedi. Hele Almanya vize koyduktan sonra Alp dağlarının geçitlerinde donma tehlikeleri atlatarak (bazan atlatamayarak) yollara düşenler yoksulluktan, işsizlikten, aşsızlıktan, geleceksizlikten kaçıyorlardı.
Bir Avşar atasözü “Göç geri dönmez” der.
Dönmez gerçekten.
Tıpkı Türkiye’den 1961’den itibaren önce yasal sonra yasadışı yollarla Almanya başta olmak üzere Avrupa’ya göç eden ve sayıları 4 milyonu bulan Türk ve Kürt göçü gibi.
Tıpkı Kuzey Amerika’ya göç eden yüz binlerce İtalyan gibi… Tıpkı Lübnan’dan Arjantin’e göç etmiş, Lübnan o zaman Osmanlı toprağı olduğundan “El Turco” diye anılan Arap ve Ermeniler gibi… Tıpkı İngiltere’ye göç etmiş Hintliler gibi… Tıpkı Fransa’ya göç etmiş Kuzey Afrikalı Araplar gibi…
Daha sayayım mı?
CHP tepe kadrolarının “İktidara gelince koşullarını hazırlayıp Suriyelileri geri yollayacağız… Afganistan’dan gelenleri de geri yollayacağız” yavelerini duyduğumda beni bir gülmek alıyor. Sanki duyacaklarmış gibi “Yollayamayacaksınız beyler” diye dalgamı geçiyorum.
* * *
Şunda mutabık kalalım: Hiç kimse durup dururken göç etmez.
Almanya kent ve kasabalarını dolduran Anadolu’dan kopup gelmiş milyonlar “Gidip bir de Avrupa’yı göreyim” diyerek yollara düşmedi. Hele Almanya vize koyduktan sonra Alp dağlarının geçitlerinde donma tehlikeleri atlatarak (bazan atlatamayarak) yollara düşenler yoksulluktan, işsizlikten, aşsızlıktan, geleceksizlikten kaçıyorlardı.
Taliban Afganistan’ın tepesine çökmeden önce de Afganistan toprağından Avrupa’ya geçmek için insan tacirlerinin eline varını yoğunu tutuşturup yollara düşen binlerce ve binlerce kişi vardı. Tıpkı iç savaş öncesi Suriyeliler, Iraklılar, Ermeniler, Pakistanlılar gibi.
Onlar da yoksulluktan, işsizlikten, aşsızlıktan, geleceksizlikten kaçıyorlardı.
Taliban o göçü hızlandırdı, büyüttü ve Afganistan’dan gelen göç dalgaları artık çok daha somut bir tehlikeden, ölümden, hatta ölümden beter yaşam koşullarından kaçıyorlar…
Taliban’ın “Ayakta işeyen erkekleri İslama aykırı hareket etti” diye idamla yargıladığını biliyor muydunuz? İnanmadıysanız bizim ayağı yanmış tazı gibi yerkürede dört dönen Coşkun Aral‘a sorun da anlatsın.
Evet. Türkiye’ye akan mülteciler, göçmenler, sığınmacılar gibi konular açıldığında bu yazının başlığı aklınızın bir yerinde dursun:
Yaşamak için kaçmak: Göç!
* * *
Yazı uzamasın. Bir anı ile noktalayacağım. İçimi her zaman acıtan; belleğimde hep diri duran bir anı…
1999 kışıydı. Balkan kışı sert, çok sert olur. Kosova’daydım. İç savaşın olanca acımasızlığı ile sürdüğü, Sırp keskin nişancılarının Arnavut köylerine sürek avı düzenlediği, insanlığın utanç günleri yaşanan Kosova’da…
Cumhuriyet’te çalışıyordum. Tarihe tanıklık eden bir avuç gazeteciyle birlikte Priştine’nin Grand Hotel’inde karargâh kurmuş, kiralık arabalarla Kosova toprağını arşınlıyorduk. Priştine köyleri, Prizren, Kamenika, Decani…
Sırp milliyetçiliği parçalanan Yugoslavya’da ellerinde kalan son parçalardan Kosova’yı ne pahasına olursa olsun tutmak istiyorlardı.
Karlarla kaplı bir tepede, kar elbiselerine, kar maskesine bürünmüş ak giysili bir azraile dönüşmüş bir Sırp keskin nişancı ile söyleşi yaptım. Bana aşağıdaki Arnavut köyünün okul bahçesinde oynayan çocukları nasıl “avladığını” sırıtarak anlattı.
Otele döndüğümde kustum. Sahiden kustum…
Sonra haber geldi. Üsküp yolu açılmış. Mayın döşenmişti, mayınlar temizlenmiş. Dileyen gazeteciler dönebilirmiş. 27’nci günü doldurmuştum. Göreceğimi görmüştüm. Param da tükenmişti. Çok ucuza kiraladığım, bir Türk kadınıyla evli olduğu için Türkçeyi çatır çatır konuşan şoför Bahtiyar‘ın ninem zamanından kalma Mercedes’iyle Üsküp Havaalanına gitmek üzere Makedonya’ya doğru yola çıktık.
Makedonya sınırına 15-20 kilometre kala yolun sağında uzun bir sıra halinde yürüyen, kadınlı erkekli, yaşlı ve çocuklu bir kafile gördük. Atlara, katırlara, eşeklere yatak ve yorganlarını, bir de birkaç tencere tavayı sardıkları çul ve kilimlerle denk yapıp yüklemişlerdi. Hayvanların bazılarının üstünde bir bebek, bir ihtiyar dede ya da nine, yürüyemeyen bir hasta, bir gebe gelin vardı.
Yanaştık onlara. Durduk. Bahtiyar sordu, sonra bana çevirdi.
Çevrelerinde Sırp köyleri varmış. Ayrıca bir de Sırp askeri birliği. O yüzden köylerini olduğu gibi bırakıp yola düzülmüşler.
Kaçınılmaz soruyu sordum:
– Peki nereye gidiyorsunuz?
Cevap tokat gibi suratımda patladı:
– Meçhule…
Üsküp Havaalanına kadar ne ben, ne Bahtiyar tek kelime etmeden kendimizle kaldık. Galiba sessizce ağladık biz…