Osmanlı’da Askerlik Meselesi
Halil Köken
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını takiben getirilen zorunlu askerlik görevi, Müslüman Osmanlı tebaası için ekonomik yaşam, sosyal gelişme ve nüfus artışı açısından büyük bir sorun teşkil etmiş, özellikle kırsal kesimin derin bir yara almasını sağlamıştır.
1826’ya kadar profesyonel bir askerlik sistemi vardı. Bir yanda Eyalet askerleri olan Tımarlı Sipahiler, diğer yanda Kapıkulu Ocakları. Yani herkesin bildiği bir tabirle Yeniçeriler. Tımarlı sipahiler ve yeniçeriler bir meslek idi. Her ikisi de yaptığı işi ücretle ve isteyenler yapıyordu. Burada Yeniçeri güzellemesi yapacak değilim. Şüphesiz ki sistemin aksayan yönleri vardı. Zamanında tedbir alınmadığı için mesele kangrene dönüşmüş ve bilinen olaylar yaşanmıştır.
Bir Yemen Türküsünde der ki;
“Yemen yolu çamurdandır,
Karavana bakırdandır,
Zenginimiz BEDEL verir
Askerimiz FAKİRDENDİR.”
Yazı da koyu, altı çizgili, İtalik ve büyük harfli olan kelimeleri ben öyle yazdım dikkat çekmek için. Öğretmenlik yaptığım dönemde yazılı sınavlarda boşluk doldurma tarzında sorduğum sorulardan birisiydi bu.
Efendim o dönemlerde İstanbul doğumlular askerlik yapmazlardı. (1. Dünya Savaşı sırasında bu kaldırıldı.) Maddi durumu iyi olanlar oğlanın yerine manda verirler ve oğlanlarının yerine mandalar askerlik yapardı. Manda dayanıklı olduğu için özellikle topları çekmek amacıyla kullanılırdı. Yemen türkülerinin yakıldığı askerlerimizin adını, yerini, dilini bilmediği bir coğrafya da kanları ile çölleri sularken bedelli askerlik vardı.
Medreselerde okuyanlar askerlik yapmazlardı. Bu sadece talebelik döneminde değil, hayat boyunca devam ederdi. Bu da çeşitli suiistimallere neden oluyordu. Hayatının hiçbir döneminde medresenin önünden geçmeyenlerin bile talebe olarak gösterilmesine karşılık medrese talebelerinin talebe gösterilmeyip askere alındığı oluyordu. Yani tamamen duygusal nedenlerle yanlış anlaşılmasın. Çalıştığım bir ilde duyduğum şu idi. Orası o dönem (Osmanlı Döneminde) bir kasaba idi. Bir medrese varmış ve medrese hocası askerlik çağına gelen çocukları eğer istedikleri tarlayı medreseye verirlerse talebe gösteriyor. Eğer tarlayı vermezlerse, o çocuk öğrenci bile olsa öğrenci değil diye bildiriyor ve çocuk 12-15 sene askerlik yapıyordu. Bu tarlalar güya medreseye bağışlanıyordu. Ya da halk öyle biliyordu. Sonra o medrese hocası vefat ettiği zaman o tarlalar çocuklarına kalmıştı. Halk okuma yazma bilmediği için medreseye bağışlanıyor diye hocaya bağışlanıyormuş.
1843 yılında çıkarılan bir kanunla askerlik meselesi çözülmek istendi. Kanuna göre nizami askerlik süresi 5 yıl olacak, bu hizmetten sonra yedi yıl redif sınıfında hizmet görecekti. Fakat devletin sürekli asker ihtiyacı yüzünden bu kanun tam işleyemedi. 1856 Islahat Fermanı da askerlik konusunu ele alıyor ve eşitlik vaat ediyordu. İstediğini askere alıp, istediğini bu işten muaf tutmak devlet görevlilerinin özellikle halkla sürekli yakın ilişki de bulunan köy imamı, muhtar, kadı ve zaptiyenin elindeydi. Doğaldır ki askerlikten yakasını kurtarmak isteyenler bu görevlilere bolca rüşvet verirdi. Nitekim 15 Eylül 1871 Tarihli bir belgeye göre Aydın’ın İneabad nahiyesi zenginlerinden Ayan Molla Mehmet, “kura neferatı mektumanından tahlis” (çocuğunu askerlikten kurtarmak için) için nahiyenin zaptiye çavuşu, naibi ve sadık eminine beş yüz kuruş rüşvet vermişti.
Asker alımızdaki bu adaletsizlik ve ilkel uygulamaların yanı sıra, silahaltında bulunanların yaşantıları tam bir sefaletti. Fransız Gözlemci V. Berard Osmanlı Askerini şöyle tanımlıyor. “Yerinden, yurdundan koparılıp Avrupa’da Arabistan’da veya Afrika’da kışlalara yerleştirilen bu yoksul insanlar, parasız, pulsuz, elbisesiz, postal sız ve aç bırakılmaktadır. Hummanın, sıtmanın, frenginin yiyip tükettiği aç, üstü başı lime lime zavallı askerler.” Derken bir başka Fransız gezgen Chole de 1891’de Doğu Anadolu’da karşılaştığı askerlerin sefaletini seyahatnamesine kaydetmekten kendini alamaz:
Karın örtmediği dar bir patika boyunca sol elinde bir kılıç, sağında bir değnek, çoğunun sırtında bir tencere, elbise demeye insanın dili varmayan pılı pırtı veya korkunç derecede eskimiş askeri üniformalar içinde, bin bir güçlükle dağ yoluna tırmanan zavallı insanlara rastlanır. Bu insanlar Osmanlı askerleridir.*
Ben Lisede iken Edebiyat hocamızın bir tabiri vardı. “Yiğit derler candan ederler, cömert derler maldan ederler”. Maalesef, şehitlik ve gazilik güzellemeleriyle soslanmış bir savaş kültürü. Nedense bu yüce makamlara hep fakir çocukları geliyor. Merak etmeyin bu makamlar öyle yüksek karın doyuran akçeli bir şey olsa zenginler onu fakirlere bırakmazdı. Burada şehitliği küçümsediğim sanılmasın. Peki, ne karşılığında. 1- dünyada iken şehitlik 2- Ahirette cennet karşılığında. Halk nasıl olsa kahramanlığı seviyor. Komutana, yöneticiye hesap sormuyor. Vatan sağ olsun deyip kaderine razı oluyor. Bu dediğimi yanlış bulanlara bir şey soracağım. Ona hakkaniyetle cevap vermeden beni suçlamasın. 1993 Mayıs’ında Bingöl yolunda şehit olan 33 asker için birilerine hesap soruldu mu? Buna cevap vermeyenler bana hiç cevap vermesin.
Bir Anadolu anasına kulak verelim:
“Oğul uşak yetiştirdim on tane
Aldı hepsin bırakmadı bir tane
İkisini verdim Yemen çölüne
Üç tanesi kılınç taktı bir tane
Üçü düştü zaptiyenin eline
İkişini aldı, bilmem neyledi.
Zaman bize bunu böyle eyledi
Ağlamaz da bu gözlerim güler mi
Acep bize bir gün bir el erer mi? *
*Yetkin, Dr. Sabri “Ege’de Eşkiyalar” Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı 3.Baskı İstanbul 2003
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. Özgür Platform’un yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.