Pazar, Mart 23, 2025
AÇIK GÖRÜŞHUKUKİNSAN HAKLARI

“Öteki Oğlu Öteki”

Ferda Demirel

Telefonuna gelen bir mesaj ne çok korkutmuştu onu. Tarih 22 Temmuz 2016’yu gösteriyordu. Mesaj öğretmenlik yaptığı kurumdandı; “Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmış olan örgüt mensupları, 15 Temmuz 2016 tarihinde Milli Egemenliği yok etmeye, Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya ve meşru Devlet yönetimine el koymaya yönelik Türkiye genelinde terörist saldırılar gerçekleştirmiştir. Devlet kurumları tarafından illegal yapıların tüm unsurları ile daha etkin mücadele edilmesi amacıyla; bu yapılar ile ilişki içinde olan, emir ve talimat alan, doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol ettiği her türlü legal görünümlü yapıyla ilişki kuran, amaçlarına ulaşmasına hizmet etmek üzere maddi katkı sunan, kendisine verilmiş görev ve yetkileri kötüye kullanan, farklı ortamlarda açık veya gizli propaganda yapan ve bu yapının etkisinde hareket eden kişiler için her türlü takibat, soruşturma ve kovuşturmaya başlanmıştır. Bu kapsamda kurumumuza ulaşan bilgiler ışığında iş akdiniz 22.07.2016 tarihi itibari ile 4857 sayılı iş Kanunu 25/II’ye göre sonlandırılmıştır.”

 Derin bir şaşkınlık ve şok içinde “Neler oluyor? Bu ne demek? Neden? Hangi delil/deliller? v.b.” sorularını sorabilecek muhatap aramaya başladı. İki ayrı ilçede görevliydi. Bir ilçe görevlisi, haberi duyunca, üzülmüş ve şaşırmış; öbürü ise her zamanki “kurnazca” duruşu nedeniyle, ortada delil bırakmamak adına, geçiştirici bir mesajla yanıt vermişti; “Bilmiyorum.”

 Kendi çabalarıyla, daha üst mevkilerde birini bulmuş ve görüşmeye gitmişti; “Neden bana bu mesaj geldi?” Yanıt; “Devlet büyüğü/büyükleri hakkında konuşmuşsunuz.” Soru; “Peki, ne demişim? Fikir ve eleştiri hakkım var…Siz Cemaat üyelerini işten çıkarmıyor musunuz? Neden beni de işten sorgusuz-sualsiz atıyorsunuz?” Yanıt; “Eee…hımmm.Biz devlet büyükleri hakkında konuşanları da atıyoruz.” Soru; “Ama böyle şey olur mu?” Yanıt; “Hanımefendi ne istiyorsunuz, biz sizinle yollarımızı ayırma kararı aldık….” Soru; “Ama herkes benden memnun, hatta benim şubede kalmam ve üst seviye dil dersi vermem için onlarca dilekçe verdiler…dilerseniz, öğrenci ve meslektaşlarıma da sorun beni…ben şu şu okulları bitirdim…İşten atılmam için “tutarlı bir neden olmalı”…” Yanıt: “Hanımefendi…”

Makamdan çıkana kadar, gözyaşlarını tuttu. Allah’tan yanına güneş gözlüğünü almıştı, ıslak gözleri kimse göremeyecekti. Otobüsün en arka tarafına geçti. Yine şanslıydı, otobüste oturacak yer dahi bulabildi. Elinde mendili, sicim gibi akan gözyaşları içinde; “Bir sınıfta bir problem olsa, öğretmene sorulur önce. Neden sınıfınızda problem var? Bilginiz mi yetersiz? Sınıf yönetiminiz mi kötü? Öğrencilere fatura biçilmez hemen…Olay araştırılır ve hüküm ona göre verilir. Eğer ülkede problem oluyorsa, yöneticiye “Neler oluyor?” diye sorulamaz mı?…” bu minvalde şeyler söylediğini hatırlıyordu ve muhatap olduğu makamda bunu da ifade etmişti. Bu nasıl suç olurdu ki?  Bu durumda kim suçsuz olur ki? Herkesin gönlünden ve zihninden geçen şeyi o “sesli olarak ifade” etmişti, sadece. Annesi kaç kere söylemişti;” Dilini tut!”

Annesi evdeydi; “Karşı binadaki kapıcı çok ağlamış…insanlar Cemaate ait kitapçıdan aldıkları dini kitapları çöpe atıyormuş, hatta çöpe atılanlar içinde Kur’an-ı Kerim bile varmış….” Şaşkınlık içinde annesini dinliyordu; “Kitaptan kime ne zarar gelebilir ki? Ayrıca o kitapçıdan kitap alınca ,insan o yapının bir  mensubu olamaz ki… olsa bile, eline silah almamış ise…Çok saçma…Kimse “Kitap bulundurmak yüzünden içeri atılamaz.” düşünceleri içindeydi. Halbuki bir saat önce kendisi “ Hiçbir mantığa temellendirilmeyen gerekçeler ile gayet usulsüz bir şekilde işten atılmıştı.” “ Çok tuhaf diye”, düşündü… “Peki; Nusaybin, Sur ve Cizre’de evleri yıkılmış, sokakta kalmış insanlara nasıl yardım yapacağım ben artık?

 Henüz “Barış istiyoruz” cümlesini sesli söylemek cesaretini gösteremiyor olsa da- zira “Barış istemek çok büyük bedelleri ödemeyi göze almak demekti”-  siviller için tüm maaşını harcayabiliyordu. İrkildi birden; “ “Eleştiri ve kitap” nasıl suç unsuru olarak ele alınabiliyorsa; “barış ve barışı isteyenler de”… kelimelere farklı anlamlar yüklenerek… birileriyle veya bir şeyle soyut bağlar kurularak…niyetler okunarak…gönülden geçenlere bakılarak…zihinsel faaliyetler  bahane edilerek… yani “kurgulayarak” birini “suçlu” ilan etmek bu kadar kolay!

Annesi yarım saatliğine komşuya uğramış, gelmişti; “Ayşe teyzenin oğlunu cemaat yurdunda 3 ay kalmış diye gözaltına almışlar…Sabahat Ablan kızına Bankasya’dan harçlık göndermiş, evine polisler gelmiş…Hilmi Bey’in iki öğretmen oğlu ihraç olmuş ve tutuklanmış, hanımlar ve çocuklar ortada kalmış…” Sosyal medya hesaplarından okuduğu  “huksuzluklar, işkenceler, gözaltılar, ihraçlar”ile annesinden duydukları ne kadar da bağdaşıyordu. Anlaşılan yeni dönemin “ötekisi” yaratılıyordu.

Kendisi biliyordu “öteki olmanın” ne demek olduğunu. Ama şimdi “hedefe konanların çoğu” bilmiyordu… Öğreneceklerdi…Herkesin öğreneceği şeyler vardı, aslında. Onun çıtası yükselmişti mesela; Ataerkil bir toplumda kadın olmak, Türkiye’de Kürt olmak, Kemalist düzende başörtü takmak, okumayan bir toplumda üçüncü üniversite okumak, Sanat ve Edebiyat’ın küçümsendiği  bir ülkede Sanat Tarihi ve Edebiyata yönelik bölümlerde okumak,  tek ırka ait kültürün dayatıldığı bir dünyada Mezopotamya dilleri, inançları ve kültürlerine ilgi duymak…derken mütedeyyin olup, muhalif olmak kimliği de eklenmişti şimdi “ötekililiğe.” Şimdi “öteki oğlu ötekiydi.” Hiçbir” mahalleye” ait değildi, aslında. Belirli bir süre “ farklı mahallelerde” bulunsa bile, ülkedeki tüm mahallelerde “Farklı terimler adı altında aynı kötülüklerin işletildiğini” fark ediyordu. Tahammülsüzlük, hakimiyet kurma/tepede olma istediği, eleştiriye kapalılık, yenilik ve farklılıklardan ürkmek, kendi ideolojisini bir başkasının yok olması veya aşağılanması/görünmez olması üzerine inşa etmek, dünya ve ahiret hayatının sadece kendisi/kendisi gibi olanlara vaad edildiği gibi bir zannı benimsemek,  yetersizlik…

2000’li yıllardı. Ruh ve mana dünyası şekilleniyordu. Kendisine sunulan ve dayatılan “yaşam tarzı” ona yetmemeye başlamıştı…arıyordu ve “hakikat olarak gördüğü her şeyi” hayatına dahil etmeye çalışıyordu. Bunların bir sonucu olarak “örtünmüştü.” 23/24 yaşlarında genç bir kızdı. İlk üniversitesini bitirmişti.  İnternet üzerinden özgeçmişini yayınlamıştı. İşverenler her aradığında “Ben başörtü takıyorum, acaba sizin için sorun olur mu?” sorusu kendisine sordurulmuştu bu ülkede. “Ben cinayet işledim, ben uyuşturucu ve yolsuzluktan hapiste yattım veya ben okumadım, ben bilgisayar programlarını bilmiyorum, ben yabancı dilde yetersizim…” değil de, “Ben başörtü takıyorum.” O telefonlar “Hanımefendi, benim babam da hacı, benim babaannem de tarikat ehli, ben de meal okudum…” gibi cümleler eşliğinde, her defasında  yüzüne kapanıyor ve bir daha açılmıyordu.

Dünyaya gözlerini “Tehlikeli olarak tanımlanan bir kavmin ferdi olarak” açmıştı, mesela. Irkını saklamak veya  “Kürd” olduğunu  “sessizce ve mahcup bir eda içinde” söylemek zorundaydı. Ne büyük bir travma!

 Şunu düşünüyordu; “Başkasının gasp edilmiş hakları üzerinde otururken, bireysel veya mahalle hakkı ki ona göre bu bir çıkar/menfaat mücadelesi gibi duruyor, ne kadar erdemli acaba?” Böyle bir mücadele etkili olabilir mi? Sonuç alınır mı bundan?