İstiklal Marşı
Halil Köken
Milli marşlar ülke halkının birlik ve beraberlik açısından çok önemlidir. “Yurtta barış, dünyada barış” diyen bir Ata’nın bu sözünün önemini düşünmek lazım. İstiklal Savaşı ancak ülke içinde birlik sağlandıktan sonra kazanılmıştır.
Eski Türklerde “nevbet” çaldırmak yani mehter çaldırmak bir devletin olmazsa olmaz 3 bağımsızlık şartından birisidir. Bu gelenek Orta Asya’da kurulan devletlerden bu yana kurulmuş olan bütün Türk devletlerinde uygulanan bir uygulamadır. Nitekim Osmanlı Devleti ’de bu geleneğe uymuş ve Yeniçeri ocağı içerisinden mehter takımı çıkarmıştır. 1826 yılında 2. Mahmut döneminde Yeniçeri ocağı kaldırılınca, mehter takımı da sona ermiş oldu.
Bu tarihten sonra “Mızıkayı Hümayun” kurulmuştu. Bu mızıkayı hümayun her padişah döneminde padişahın ismi ile anılan marş besteliyor ve resmi törenlerde bu marşlar çalınıyordu. Aziziye marşı, Hamidiye marşı gibi.
Bu marşları sadece bu mızıkayı hümayun biliyordu. M. Şevki Yazman hatıralarında bunu açıkça dile getirir. M. Şevki Yazman 1916 yılında Galiçya cephesine giden bir Teğmen’dir. Orada müttefik olan Alman ve Avusturya subaylarıyla beraberken her subaydan milli marşları okuması istenir. Alman ve Avusturyalı subaylar milli marşlarını söylerken M. Şevki Yazman abuk subuk bir şarkı okumuştur. Çünkü milli marş yoktu. Reşadiye marşı vardı ve teğmen bu marşı bilmiyordu.
Milli marş okunduğu zaman her kesimden insanı duygulandıracak, heyecanlandıracak, onların milli hislerini galeyana getirecek bir marş olmalı.
İstiklal Marşını anlamak için o günün fotoğrafını çekmek lazım. Mart 1921’de ülke bir yangın yerini andırıyordu. Gençliğe hitabede anlatıldığı şekilde, ”Bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bil fiil işgal edilmişti.” Başkent İstanbul işgal altında idi. Yani düşman senin yatak odana kadar girmişti. Millet 10 yıldan beri devam eden (1911-1921) savaşlardan bıkmıştı. Üstelik karşımızda 4 yıl boyunca müttefiklerimizle beraber savaştığımız ve yenemediğimiz devletler vardı. Biz bunları müttefiklerle beraber yenememişken şimdi tek başımıza nasıl yenecektik. Üstelik birçok yerde isyanlar vardı. Cephede ırz ve namus düşmanlarına kurşun sıkması gereken asker bu soysuzlarla savaşmak zorunda kalıyor ve ölüyordu. Düşmanın cephesinde ona dur diyecek kimse kalmıyordu.
O günkü Türkiye şartlarını kelimelerin dili yetmez. İşte bu şartlarda millete ümit aşılayacak bir marş gerekiyordu. Bu marş; hem ülkenin içinde bulunduğu şartları anlatacak ve hem de millete ümit aşılayacak bir marş olmalıydı.
Kendisi veteriner olan Mehmet Akif Kurtuluş Savaşı’nda hem Burdur milletvekili olarak görev yapıyor ve hem de ülkenin çeşitli yerlerinde camilerde vaazlar vererek halkı bu savaşa çağırıyordu. Bu ülkenin kurtulmasında emeği olanlardan biridir. Akif “Çanakkale Şehitlerine” adını verdiği şiirle adeta bu savaşın destanını yazmıştı. Böyle bir şiiri de ancak o yazabilirdi. Fakat açılan yarışmaya katılmamıştı. Bunun üzerine Hamdullah Suphi Tanrıöver onun bu yarışmaya katılmasını istiyordu. Akif Para ödülü olduğu için yarışmaya katılmadı. Bir il müftüsünün 200 kuruş olduğu bir dönemde 500 lira gibi büyük bir ödül vardı. Akif Ankara’da Taceddin Dergâhında kalıyordu. Kışlık bir paltosu yoktu. Buna rağmen verilen ödülün tamamını bağışladı.
Yarışmaya toplam 7 şiir katıldı. Oy birliği ile kabul edildi ve üç kez okundu ve milletvekilleri ayakta dinledi.
Bugün bu anlamlı günü 100. Yılındayız. Bu vesile ile tüm gazi ve şehitlerimizi minnet ve rahmetle anıyoruz. Ruhları şad olsun.
Not: Bugün mehter marşı olarak dinlenen birçok marşın sözleri milleti galeyana getirmek için 10 yıl boyunca hep savaşıp milleti kırdıran ittihatçılar tarafından yazılmıştır.
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garb’ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda.
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vect ile bin secde eder, varsa taşım,
Her cerihamdan, İlahî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruhumücerret gibi yerden naaşım,
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.