Çarşamba, Ekim 9, 2024
AÇIK GÖRÜŞ

Bazılarını Hiçbir Şey Bağlamaz…

Yıldıray Oğur

Bugünlerde “bizi bağlamadığı” söylenen AİHM kararları, en çok mahkumiyette en ciddi rakibimiz olan Rusya’yı bile bağlıyor.

Son örnek Navalny.

2012-2014 yılları arasında 7 kez tutuklanan Navalny, davalarını AİHM’e taşımış, AİHM de 2018 yılında, Kavala ve Demirtaş kararlarındaki gibi bir karar vererek tutuklama ve gözaltıların siyasi amaçlı olduğuna hükmetmiş, Rusya’yı 63 bin Euro cezaya çarpıtmıştı.

Navalny, bu yüzden özgürdü ve geçen yaz Sibirya dönüşü uçakta zehirlendi. Sovyetlerden kalma Noviçok sinir gazıyla zehirlendikten sonra ailesi tedavi için onu Berlin’deki bir hastaneye götürmek isteyince, hakkında bir davada verilmiş yurtdışı çıkış yasağı yüzünden Moskova’nın direnişini de yine AİHM’in devreye girmesi bitirdi.

Navalny ekibi, Rus muhalif adına Berlin’e transferi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu, AİHM, İnsan Hakları Sözleşmesi’nin acil geçici tedbirleri düzenleyen 39’uncu maddesine dayanarak başvurunun kabul edildiğini açıkladı, bunun üzerine Navalny’nin onu almak için gelen Alman uçağına binmesine izin verildi.

Ne ilginçtir, Berlin’den tutuklanacağını bile bile Moskova’ya geri dönen Aleksey Navalny’nin gösterdiği cesaretin bir benzerini, 1987 yılında siyaseten Moskova’ya bağlı iki Türk komünist Münih’ten Ankara’ya dönerek göstermişti.

Bu cesaret, Türkiye’nin AİHM’e bireysel başvuru hakkını tanımasını sağlamıştı.

12 Eylül darbesinin üzerinden sadece 7 yıl geçmişti.

Başbakan Özal olsa da Cumhurbaşkanı hala Kenan Evren’di. 141 ve 142. maddeler yürürlükteydi ve komünizm hala en büyük suçlardan biriydi.

Yasadışı Türkiye Komünist Partisi’nin genel sekreteri Haydar Kutlu (Nabi Yağcı) ve Türkiye İşçi Partisi’nin genel sekreteri Nihat Sargın, Ekim 1987’de Brüksel’de bir basın toplantısı düzenlediler.

O güne kadar gizli faaliyet yürüten TKP ilk kez kamuoyunun önüne çıkmıştı.

Basın toplantısında Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ni (TBKP) kurmak ve artık legal alanda siyasi faaliyet yapmak üzere Türkiye’ye döneceklerini açıkladılar.

İkisi hakkında da 141 ve 142 başta olmak üzere ağır suçlamalar ve tutuklama kararları vardı.

Ama Kenan Evren’in bir mitingde “komünist partiye izin verilemez, daha yeni kurtulduk” restine rağmen dediklerini yaptılar.

18 Kasım 1987 günü, içinde yerli ve yabancı 20 gazeteci, TV muhabirleri, Almanya, İspanya, Yunanistan, İtalya ve Danimarka’dan komünist parti milletvekilleri ve yabancı hukukçuların da olduğu kalabalık bir heyetle birlikte Münih’ten kalkan uçakları Ankara Esenboğa Havalimanı’na indi.

Daha uçağın merdivenlerinde, onları polis karşılayıp gözaltına aldı. Önce havalimanının kargo bölümüne götürüldüler. Sonra da gözleri bağlı olarak Ankara Emniyeti’ne…

15 gün sonra DGM’ye götürürlerken Sargın ve Kutlu, gazetecilere “İşkence gördük” diye bağırdı.

Daha sonra verdikleri dilekçede, polis sorgusunda işkence gördüklerini, cinsel organlarına elektrik verildiğini anlattılar.

DGM savcısı meşhur Nusret Demiral’dı. Haklarında hazırladığı iddianamede 66 yıl hapislerini istedi.

Herkesin gözü önünde tutuklanacaklarını bile bile Türkiye’ye gelen iki siyasetçinin komünizm suçundan tutuklanması ve işkence görmesi dünyadan büyük tepki aldı.

12 Eylül darbesi, ayyuka çıkan işkenceler,  1984’de Meclis’in aldığı iki idam kararı ve son olarak Avrupalı parlamenterler ve gazetecilerin refakatinde Türkiye’ye dönen TKP liderlerinin komünist propagandadan tutuklanmasıyla gerilen Avrupa ile ilişkiler tamir edilmeliydi.

Çünkü ekonomik olarak ABD ve Orta Doğu’dan beklentiler boşa çıkmıştı.

Aslında Başbakan Özal, Sargın ve Kutlu’nun tutuklanmasına karşıydı, 141, 142 ve 163’ü kaldırmak istiyordu.

Ama Evren ve DGM’ler bu konuda tavizsizdi.

Özal, Kutlu ve Sargın konusunda Türkiye’ye yöneltilen tepkileri dindirmek, Batı’ya demokrasi ve insan hakları mesajı vermek için radikal bir karar aldı.

28 Ocak 1987’de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye, Avrupa İnsan Hakları  Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kabul ettiğini açıkladı.

Bugün AİHM’e bireysel başvuru hakkını bu sayede kazandık.

Bu sırada Sargın ve Kutlu’nun serbest bırakılması için Türkiye’de büyük bir kampanya başlatılmışı.

Aydınlar gazetelere ilanlar veriyor, sokaklarda basın açıklamaları, afişlemeler yapılıyor, yıllarca yeraltında faaliyet göstermiş TKP’liler, TBKP adıyla açık toplantılar düzenliyor, Adımlar adlı bir gazete çıkarıyorlardı.

Bu sırada toplantılar basılıyor, çok sayıda partili gözaltına alınıyordu.

10 Şubat 1989 günü Adımlar’ın Şişli temsilciğini basan polis, 100 kişiyi gözaltına aldı.

27 Şubat’ta bir öğrencinin ifadesi üzerine DGM savcısı, Kutlu-Sargın davalarına bakan partili avukatların kurduğu Öncü Hukuk Bürosu’nu kanunlara aykırı olarak bastı, üçü avukat, 12 kişi gözaltına alındı.

Bu arada yurtdışından aralarında Haydar Kutlu’nun eşinin de olduğu başka bir partili bir grup daha Türkiye’ye geldi, onlar da tutuklandılar.

Kutlu-Sargın davası yıllarca sürdü. Mahkemelerin önünde büyük kalabalıklar toplandı, gözaltılar yaşandı, onlarca avukat onları temsil etti.

Nisan 1990’da Kutlu ve Sargın’ın hapishanede açlık grevine başlamasıyla gerilim arttı.

Partililer de destek için dışarıda açlık grevlerine başladılar. Kendilerini “komünist” olarak DGM’ye ihbar etmek isteyen yüzlerce partili Ankara’ya gitmeye çalışırken gözaltına alındı.

İstiklal Caddesi’nde her gün eylemler düzenliyordu.

Partililer, o günlerde Mandela’yı serbest bırakan Güney Afrika’ya postaneden iltica talebi dilekçesi göndermek gibi yaratıcı eylemlere imza atıyordu.

Açlık grevlerine devletin dikkatini çeken ise bu eylemlerden çok, Avrupa Konseyi’nden peş peşe gelen açıklamalar, Kutlu ve Sargın’ın avukatlarının Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na yaptığı işkence şikayeti sonucunda dört Avrupalı doktorun Kutlu ve Sargın’ı hapishanede ziyaret etmesi oldu.

Bu ziyaretten 16 gün sonra Kutlu ve Sargın, çıkarıldıkları mahkeme tarafından 900 günlük tutukluluğun ardından tahliye edildiler.

1991 yılında 141 ve 142. maddeler kaldırıldı. 1992 yılında da Kutlu ve Sargın beraat etti.

AİHM, beraat kararına rağmen 1996 yılında kararını açıkladı ve Türkiye’nin, AİHS’in 6/1’inci maddesini yani adil yargılanma hakkını ihlal ettiğine karar verdi, 30 bin Fransız frangı tazminata hükmetti.

Daha sonraki yıllarda da içinde askeri üyenin olduğu Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin verdiği kararlar için AİHM sözleşmenin 6/1. maddesinden ihlal kararları verdi.

Yine TKP’nin önemli isimlerden Ömer Ağın, 1991 yılında katıldığı bir söyleşi yüzünden terör propagandasından ceza almış, avukatı bu cezanın daha önce 141. maddeden aldığı ve 1 yıl fazla yattığı ceza yerine sayılması için DGM’ye sayısız dilekçeler vermiş, Adalet Bakanlığı’na başvurmuş ama içeride bir sonuç alamamıştı. Sonunda konu AİHM’e taşınmış, yine AİHM adil yargılamanın ihlalinden Türkiye’yi mahkum etmişti.

2004 yılında AİHM’in verdiği benzer bir karar ise Türkiye’yi panikletmişti.

Volkan Ükünç ve Deniz Güneş 1996 yılında Edirne’de DHKP-C’li oldukları gerekçesiyle gözaltına alınmışlardı. Emniyette avukatları yokken polis iki gün ifadelerini almıştı. Daha sonra yargılandıkları DGM’de bu sırada verdikleri ifadelerden haklarında DHKP-C’ye yardım ve yataklık etmekten iki yıl hapis cezası verilmişti.

Ama iki genç bu ifadeyi işkence ve baskı altında verdiklerini söyleyip en son konuyu AİHM’e taşıdılar.

AİHM 2004’de kararını açıkladı. O günlerde Öcalan da hakkında verilen mahkeme kararını mahkemenin tarafsız olmadığını söyleyerek AİHM’e taşımıştı.

AİHM’in Ükünç ve Güneş davasında Türkiye aleyhine verdiği kararda paniğe neden olan hüküm şuydu:

”Mahkeme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/1’inci maddesi uyarınca başvuranların bağımsız ve tarafsız bir mahkemece yargılanmadığı tespitinde bulunduğu durumlarda, prensip olarak başvuranın bağımsız ve tarafsız bir mahkemece tekrar yargılanmasının uygulanabilecek en doğru yöntem olduğu görüşündedir.” 

AİHM, Türkiye’ye sadece ihlal ettiği maddeyi söylememiş, bu iki kişinin tekrar yargılanmasını da işaret etmişti. Bu aynı maddeden AİHM’e başvuran Öcalan için de emsal olabilirdi.

Ama buna rağmen Türkiye’de kimse o günlerde “AİHM kararları bağlayıcı değildir” diye hukuki mugalata yaparak AİHM’in tespit ettiği hukuka aykırılığı giderme görevinin Türkiye mahkemelerine ait olduğu gerçeğini inkara kalkmadı.

Bunu yapmak ise 2021 yılında bir Cumhurbaşkanı Başdanışmanına nasip oldu.

Üstelik bu başdanışman, 1987’de Türkiye’nin AİHM’e bireysel başvuru hakkını tanımasına yol açan Kutlu ve Sargın’ın tutuklanmasına karşı hukuki mücadele vermiş, 10 Şubat 1989 günü Adımlar gazetesinin Şişli temsilciğini basan polis tarafından gözaltına alınanlar arasında olan, 27 Şubat’ta hukuksuz olarak basılan hukuk bürosunun ortaklarından, Ömer Ağın’ın avukatlığını yapmış, AİHM’in Türkiye’ye adil yargılamayı ihlalden yeniden yargılama kararı verdiği Ükünç-Güneş davasına bakan büronun avukatlarından bir başdanışman…

AİHM’le bunca tecrübeden, devlete karşı verilmiş hukuk mücadelesinden sonra, bu mücadelelerin verildiği yıllarda ancak DGM savcısı Nusret Demiral’dan duyulabilecek şu sözler de ona ait:

“AİHM’e egemen batıcı üstünlük anlayışına ve batının çıkarlarına dayanan bir siyaset olduğu net bir şekilde görülüyor. Ayrıca AİHS’e göre kararların uygulanmasının denetiminin Avrupa Konseyi’nin siyasi organı olan Bakanlar Komitesince yapılması da AİHM sürecinde pozitif hukuktan çok siyasi gücün belirleyici olduğunu gösteriyor. Bu nedenle AİHM kararlarının salt bir pozitif hukuk konusu olduğunu ve sadece hukuk alanında değerlendirilmesi gerektiğini savunmak fetişizmden başka bir şey değildir. AİHM sürecindeki ideolojik yaklaşımları, güç savaşlarını ve siyasi dinamikleri dikkate almadan yapılacak her değerlendirme Türkiye karşıtı siyasi proje olan kararlara farkında olmadan yahut bilerek ve isteyerek teslim olmak anlamına gelir. Ancak Türkiye’nin milli ve bağımsız yargısının siyasi proje içeren kararlara geçit vermeyeceğine inancımız tamdır.”

Normal olarak bu tarihi birikim ve deneyimi yaşamış birinin, buradan ders olarak hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı için mücadele etmeyi çıkarması beklenirdi.

Ama geriye, “Organik lider”, “Milli Demokratik Halk Devrimi”, “Halk düşmanları” gibi eski komünist günlerden sloganlarla meşrulaştırmaya çalıştığı, ülkedeki eksik demokrasinin, hukuk devletinin de sonunu getiren dünyada benzersiz bir hükümet sisteminin mucidi olmak kaldı.

Mağdurların mağrur olması, Türkiye’nin klasik trajik hikayelerinden…

Çünkü bazılarını AİHM bağlamazken, bazılarını ise hiçbir şey bağlamıyor.

Makalenin kaynağına buradan ulaşabilirsiniz