Çarşamba, Nisan 24, 2024
SAĞLIK

Mehmet Ceyhan: Sert Söylemler Hekimlere Yönelik Şiddeti Körükleyebilir

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanı Mehmet Ceyhan’a göre Covid-19 salgınıyla mücadelede test politikası değiştirilmeli, okulların açılması konusunda eylem planı hazırlanmalı, şehirler arası ulaşıma kontrol getirilmeli, ülke genelinde esnek çalışma sistemine geçilmeli, toplanmalara sayı sınırlaması getirilmeli. Aksi halde kamyon, ağır tedbirlerin alınacağı uca doğru gidiyor. Ceyhan, Sağlık Bakanlığı’nın yoğun bakım ünitelerindeki doluluk oranını belirlerken Covid-19 hastaları için kullanılmayan yenidoğan yoğun bakımlarıyla özel hastanelerin de dâhil edildiğini, dolayısıyla gerçek oranı yansıtmadığını vurgularken, TTB’ye karşı sert söylemlerin ise hekimlere yönelik şiddeti körükleyebileceği uyarısı yapıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “halkımız uyarılara dikkat etmedi, mecburen işi tekrar sıkmak zorundayız” diyerek Covid-19 salgınına karşı yeni tedbirlerin sinyallerini veriyor. İktidar ortağı Bahçeli ise, aylardır hükümeti etkili tedbirler almaya davet eden Türk Tabipleri Birliği’nin kapatılması çağrısı yapıyor, TTB aleyhinde inceleme yapacak komisyon kuruyor.

Öte yandan Pazartesi günü itibariyle belli sınıfları yüz yüze eğitime açılacak okullarla ilgili tedbirlere dair şüpheler, tedbir uyarıları pek dikkate alınmışa benzemiyor. Oysa okulların yeterli tedbir alınmadan açılmasının yaratacağı sonuçlar için kâhin olmaya gerek yok. Uzmanların uyarılarına bakmak yeterli. Ne var Türkiye’de ekonomik krizin, salgın hastalığın ve otoriter rejimin etkileri karşısında aklıselime yönelik davetler karşılıksız kalıyor. İşsizlik artıyor, hastalık yayılıyor, hastanelerin yoğun bakım üniteleri dolup taşıyor, aylardır mücadele yürüten hekimlerle derman arayan hastalar karşı karşıya bırakılıyor.

Peki Türkiye salgında nereye doğru gidiyor? Ne tür tedbirler alınmalı? Şimdiye kadar edinilen bilgi ve deneyimler ışığında pandemi “politikalarında” ne tür revizyonlara gidilmeli? Şu anda evinde virüsü atlatmaya çalışan insanların “hangi ilacı kullanmalı”, “hangi meyveye, sebzeye, yiyeceğe ağırlık vermeli”, “hastalığı ne zaman atlatmış olurum”, “hastalığı atlattıktan ne kadar süre sonra yakınlarımla temas kurabilirim” türü sorularının yanıtları neler? Başından beri topluma ve iktidara yönelik sarih açıklamalarıyla yol gösteren hekimlerden, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanı Mehmet Ceyhan’a bağlanıyoruz…

Şu anda Covid-19 tanısı konmuş, hastalıkla baş etmeye çalışan pek çok insan, “hangi ilacı kullanmalı, hangi sebze-meyveyi tüketmeli” veya “boğaz ağrısına ne iyi gelir” gibi sorular soruyor. Covid-19 hastalarının bu tür sorularına yanıtınız nedir?

Bu hastalığa karşı kesin etkisi tespit edilmiş, önleyici ya da tedavi edici herhangi bir ilaç henüz yok. Kişinin kendi bağışıklık sisteminin verdiği aşırı cevabı baskılamak için yoğun bakıma yatırılmış ağır hastalara uygulanan kortizon tedavisi dışında kullanılan hiçbir ilacın bilimsel olarak olumlu katkısı olduğu tespit edilmiş değil.

Peki C vitamini barındıran meyve, sebze gibi gıdaların yenmesi, bitki çayları vs, hastalığı atlatmada yardımcı olmaz mı?

Bırakın portakalı, limonu, meyveyi, herhangi bir ilacın bile koruyucu veya tedavi edici anlamda etkisinin olduğu kanıtlanmadı. Normal bir insanın bağışıklık sisteminin güçlü olması için dengeli beslenmesi gerekiyor. Dolayısıyla zaten dengeli beslenen, yeteri kadar protein, karbonhidrat, yağ alan, vitamin ve mineral için de yeteri kadar meyve-sebze yiyen bir insanın dışarıdan ayrıca alacağı vitaminin bir faydası yok. Bir gıdanın size yetecek kadarından fazlasını alırsanız, vücut onu kendiliğinden, dışkılamayla atar. Bazı vitaminler ise yağda depolandığı için, fazlasını aldığınızda hastalıklara yol açar. O yüzden her şeyin dengeli olması gerekiyor. Yani vitamine yüklenmek de doğru değil. Tabii çok portakal yerseniz hiperkarotenemi hastalığı görülebilir ama günde üç-dört kilo yemiyorsanız, bir zararı yok. Ama bir faydası da yok.

COVID-19 HASTALARINA VERİLEN İLAÇLARIN FAYDA SAĞLADIĞINA DAİR İSPATLANMIŞ BİR ÇALIŞMA YOK

Dolayısıyla yoğun bakıma ihtiyaç duymamış ama semptomları olan Covid-19 hastalarının yapması gereken nedir? Beklemek mi?

Evet. Bir defa halkın bilmesi gerekir ki, verilen ilaçlar, uygulanan tedaviler hastalara çok yüksek düzeyde iyileştiricilik sağlamıyor. Hasta sayısı çok arttığı son dönemde, “hocam bana ilaç getirileceği söylendi ama kaç gündür gelmedi” gibi çok sayıda şikâyet duyuyoruz. Bunun için çok telaşlanmaya gerek yok. Çünkü Covid-19 hastalarına verilen ilaçlar, bilimsel çalışmalarla ispatlanmış bir fayda sağlamıyor. Dolayısıyla kişinin kendi bağışıklık sistemi aldığı virüsü ortadan kaldırıyorsa, hasta iyileşiyor, kaldıramıyorsa hastalanıyor. İlaçların bu konuda belirleyici bir etkisi yok yani.

Hastalığı atlatmış kişilerin üç, hatta altı ay boyunca virüsü bulaştırabileceğine dair iddialar ortaya atılıyor. Bu tür haberler ne kadar doğru? Virüsü atlatmış kişiler, risk grubundaki yakınlarından ne kadar süre uzak durmaya devam etmeli?

Genelde 8 ila 14 gün arasında virüs ölüyor veya vücuttan atılıyor. Dolayısıyla bu insanlar artık bulaştırıcı olmuyor. Ama örneğin 29. günde bile hâlâ virüs görülen nadir vakalar rapor ediliyor. Bu süreç 6 aya kadar uzamıyor. Öte yandan PCR testleri virüsün ölü veya canlı olup olmadığını göstermiyor. Hasta iyileşse bile, solunum yolunda artık canlılığını kaybetmiş virüs parçaları varsa, test sonucu pozitif çıkıyor. Ama bu, virüsü yaymaya devam ettiği anlamına gelmiyor. Fakat dediğim gibi, 29 güne çıkmış nadir vakalar var.

SALGININ KONTROLÜ SAVAŞTAN DA ZORDUR; SÜREÇ ANİ KARARLARLA DEĞİL, PLANLAMAYLA YÖNETİLMELİ

Bunun sebebi ne?

Ciddi bağışıklık eksikliği olan hastalar var. Bunların bir kısmı doğuştan, bir kısmı bağışıklığı baskılayan kortizon ilaçlarının kullanımından, bir kısmı kanser hastalıkları gibi nedenlerden kaynaklanıyor. Ağır bağışıklık eksikliklerinde, virüsü etrafa yayma süresi uzayabiliyor.

Bunların nadir olduğunu söylüyorsunuz ama belli bir oran verebilir misiniz?

Şu ana kadar dünya genelinde 30 milyon vaka görüldü. Bunların içinde bahsine ettiğimiz vaka sayısı ise 10 ila 20 arasında.

İktidarın Haziran ayından itibaren pandemiyi büyük ölçüde oluruna bıraktığına, tedbir almadığına dair eleştiriler var. Bir uzman gözüyle baktığınızda iktidarın sürece yaklaşımı konusunda nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz?

Başından beri bu işin bir plan dahilinde yürütülmesi gerektiğini söylüyorum. Örneğin vaka düzeyi hangi durumdayken tedbir konacağı, hangi durumda kaldırılacağı, objektif rakamlarla planlanmalı. Anlık kararlarla, “hele o gün yaklaşsın, tekrar değerlendiririz” gibi bir yaklaşımla bu işin sürdürülmesi çok zor. Misalen, “maçların seyircili olup olmayacağı vaka sayısı şu noktaya geldiğinde belirlenir” denir ve ondan sonra yapılanın doğru olup olmadığı değerlendirilebilir. Ama bu planlamayı yapmak yerine her şeyi ani kararlarla yürüttüğünüzde, süreci kontrol etmeniz gerçekten zor olur. Sağlık Bakanlığı, Bilim Kurulu canla-başla çalışıp uğraşıyor ama salgın kontrolü öyle kolay bir şey değil. Salgın kontrolü savaştan da, depremden de zordur.

Peki buna karşı örneğin neden belli sektörler kapatılmıyor?

Çünkü bunların hepsinin çok ciddi mali yükü var. Mesela belli iş yerlerini kapattığınız zaman, orada çalışan insanların geçimini sağlamanız, destek vermeniz lazım. İktidarın süreci tamamen oluruna bıraktığını düşünmüyorum ama örneğin benim önerdiğim bazı tedbirler var, bunlar uygulanabilir.

ESNEK ÇALIŞMA SİSTEMİNE GEÇİLMELİ, TOPLANMALARA SINIRLAMA GETİRİLMELİ, TEST POLİTİKASI DEĞİŞTİRİLMELİ

Ne tür tedbirler öneriyorsunuz?

Bütün ülkede mesailer kademelendirilsin ve esnek çalışma sistemine geçilsin. Toplanmalara sayı sınırlamaları getirilsin. Şehirlerarası dolaşım yasaklanmasın ama kontrol edilsin ve insanların gidecekleri yerlerdeki adresleri belirlenerek kontrolleri yapılsın. Çünkü hareketlilik kayıtsız-şartsız olunca, insanlar virüsü oradan oraya taşıyıp durmaya devam edecek. Salgının tüm ülkeye yayılmasının nedeni de bu zaten. Öte yandan şu anda tespit ettiğimizin hasta sayısının en az on katı kadar insan, çok az belirti göstererek veya hiç göstermeyerek bu virüsü taşıyor. Tarama yapmadığınız sürece bu kişileri tespit edemezsiniz. Kendileri de virüs taşıdıklarından bihaber, ev halkına veya etrafa bulaştırıyor. Bunları ancak testlemelerle, taramalarla tespit edebilirsiniz.

Bunun için milyonlarca test yapılması gerekmez mi?

Herkese test yapamazsınız ama belirli gruplara yapılabilir. Sağlık personeli, gişe ve danışma memurlarının testi çok önemli. Çünkü bu insanlar günde yüzlerce kişiyle temas halindeler ve eğer virüs taşıyorlarsa, çok sayıda insana bulaştırabilirler. Keza şoförlere, hizmet sektöründe çalışanlara, garsonlara, kasiyerlere, uçaklardaki kabin çalışanlarına test yapmanız gerekiyor. Aynı şey okulların açılma planında da var. Amerika, Almanya ve çok sayıda Batı Avrupa ülkesi, okulların açılma planını, tarama kriterlerine göre açıkladı. Amerika, her hafta öğrencilere test yapılacağını ve bir tane pozitif vaka çıkan okulun kapatılacağını açıkladı. Almanya ise üç pozitif vaka çıkması halinde okulun kapatılması kararı aldı. Türkiye’de ise ancak iki hasta çıkarsa, okulun kapatılması söz konusu olabilecek.

Bu Almanya’dan daha sıkı bir tedbir anlamına mı geliyor?

Hayır, tam tersine! İki vaka değil, iki hasta çıkması halinde bu uygulamaya gidilecek. Yani çocukta hastalık belirtileri olacak, test yapacaksınız ve sonuç pozitif çıkacak, ancak o zaman okul kapatılacak. Oysa çocukların yüzde doksanı zaten bir belirti göstermiyor. Dolayısıyla siz belirtilere göre test yaparsanız, çocuklar içinde vakaların ancak yüzde 10’unu tespit edebilirsiniz. Geri kalanı da hastalığı taşıyacak, arkadaşlarına, ailesine bulaştıracak.

O halde bu neredeyse hiç tedbir almamak anlamına gelmiyor mu?

Bunun için test politikasının değişmesi gerekiyor. Şu anda ülkede yapılan günlük test sayısı çok fena sayılmaz ama düzenli test yapılan alanlarla ilgili politika değişmeli. Halihazırda futbolculara, organize sanayi bölgelerine, sanayi şirketlerine testleme yapılıyor ama buralar zaten topluma bulaştırma konusunda öncelikli riskli gruplar değil. Dolayısıyla topluma bulaştırma riski taşıyan grupların taranmasına öncelik verilmeli.

FRENE BASILMAZSA SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI, KAPATMALAR DIŞINDA ÇARE KALMAYABİLİR

Çok sayıda ülkede ücretsiz ve yaygın test politikası uygulanıyor. Örneğin bir arkadaşın aktardığına göre Viyana’da bir sokakta, insanlar günlük olarak gidip ücretsiz test yaptırabiliyor. Türkiye’de neden başından beri test sayıları hep tartışmalı oldu? Neden istenen düzeyde testleme yapılmıyor? Bu işin maliyeti çok mu yüksek?

Mesele sadece maliyet değil, aynı zamanda testlerin yapıldığı laboratuvarların kapasitesi, orada çalışan, bu testleri üreten insanların sayısındaki sınırlılık. İzmir Valisi, temaslılara da test yapmaya başlayacaklarını açıklamış ama Türkiye genelinde böyle bir uygulama yok. Kişinin anne ve babasının testi pozitif çıktığında, biz o kişiye test yapmıyor, “sen kendini pozitif kabul et ve karantinaya al, on gün sonra da işe başla” diyoruz. Yahut hastanın testi pozitif çıkmış, belirtileri ağır değilse, “on gün sonra işe başla” diyoruz. Oysa normalde Amerika’da, Avrupa’da bu süreden sonra iki tane test yapılıyor ve sonuç negatifse işe başlayabiliyor.

Gerek tarama gerekse tedbirler konusunda sizin ve daha pek çok uzmanın somut önerileri varken, Sağlık Bakanlığı neden bunları dikkate almıyor?

Mekanizmanın nasıl işlediğini, kimin ne kadar etkili olduğunu bilemiyorum ama zaman zaman bakan yardımcısı düzeyinde arayıp soruyor, önerilerimizi alıyorlar. Bilim Kurulu’ndakilerin çoğu arkadaşımız ve onlarla sürekli görüşüyoruz. Dolayısıyla iletişimde bir sıkıntı yok. Ama nedense bu önerilerin gerçekleşmesi mümkün olmuyor. Bakın, diyelim ki bir arabadasınız. Önlem yelpazesini bir yol gibi düşünün. Bu yolun bir ucunda tamamen tedbirsiz yaşamak var. Bir ucunda da sokağa çıkma yasakları, işyerlerinin kapatılması gibi ağır tedbirler var. Her gün artan sayılarla, insanların tedbirlere uymamasıyla kamyon ikinci uca, yani ağır tedbirlere doğru gidiyor. Ama arabanın bir freni var.

Nedir o fren?

Az önce anlattığım üzere; can yakmayan, kolay uygulanabilecek önlemlerdir. O frene basmadığınız sürece gideceğiniz nokta ikinci uç, yani ağır tedbirlerdir. Dolayısıyla yeniden sokağa çıkma yasakları, kapatmalar gündeme gelebilir, başka çare kalmayabilir. Şu anda canı yanan çok insan var. İşyerleri zarar ediyor, kiralarını ödeyemiyorlar, işçiler maaşlarını alamıyor. Ama eğer bu hızla gitmeye devam edersek, işyerlerinin tamamen kapanacağı, işçilerin tamamen işsiz kalacağı, çok daha büyük zararların ortaya çıkacağı bir noktaya gelinecek. O yüzden hem devletin hem de halkın, salgın yönetiminin o kadar da basit tedbirlerle, kimsenin canı yanmadan yürütülmesinin mümkün olmadığını kabul etmesi gerekiyor. Salgın yönetimi insanların canını yakan, ekonomiyi derinden etkileyen, sosyal hayatı sıfırlayan çok zor bir süreçtir. Mücadeleyi, bu zorlukları bilerek yürüteceksiniz. Şimdi kamu personeline esnek çalışma getirildi ama özel sektör için böyle bir düzenleme yapılmadı. Bunu anlamak mümkün değil! Oysa devlet pekâlâ özel sektöre de mesai saatlerini şöyle düzenleyeceksin, esnek çalışma koşullarına geçeceksin diyebilir.

ÇOCUKLARIN BULAŞTIRICILIĞI ESKİYE GÖRE DAHA FAZLA

Önümüzdeki haftadan itibaren okulların açılması söz konusu ama pek çok aile çocuğunu göndermeme taraftarı. Siz olsanız ne yaparsınız?

Maalesef bu da plansız, anlık kararlarla belirlenen bir karar olduğu için aynı sıkıntıları çekiyoruz, çekeceğiz. Bakın, 31 Ağustos’tan 21 Eylül’e erteledik okulları. Fakat 21 Eylül gelip çattı ama şartlar 31 Ağustos’takinden çok daha kötü. Virüs yükü, bulaştıran insan sayısı çok daha fazla. Keza çocukların bulaştırıcılığının eskiye göre daha fazla olduğunu biliyoruz.

Öyle mi gerçekten?

Tabii, çünkü ilk başlardaki çalışmalarda çocuklar çok fazla bulaştırıcı olarak görünmüyordu. Zira çocuklar zaten dışarı çıkamıyordu ki, virüsü kapıp bulaştırsın. Ama kreşler ve anaokulları açılınca, görüldü ki, çocuklar da en az yetişkinler kadar virüsü bulaştırıyor. Mesela Amerika’da 2 Nisan tarihli değerlendirmede bütün hastaların sadece yüzde 2’sinin çocuk olduğu rapor edildi. Ama 6 Ağustos’ta yapılan değerlendirmede bu oran yüzde 9,5’e çıktı. Çünkü çocuklar artık kreşlere, anaokullarına gitmeye başladı. Şimdi, 1. sınıflar açılınca, bu oran daha da yükselecek. Çocuklar virüsü alıp evlerindeki yaşlı insanlara bulaştırabilecekler. Dolayısıyla okulların açılması gerçekten zor bir mesele ve bunun salgın kontrolüne olumsuz etkisi olacak.

Okulların açılması muhtemelen bu konuda verilecek en kritik karar, değil mi?

Tabii, zaten o yüzden salgın başladığında alınan ilk tedbirlerden biri okulların kapatılması oldu. O nedenle de okulların açılması konusunun da etraflıca bir plan dahilinde yürütülmesi gerekiyor. Vakit geçirmeden Okulların Açılması Eylem Planı hazırlanmalı. Net, kesin kriterlerle, okulların hangi durumda açılıp hangi durumda kapatılacağı, hangi durumda karma, yüz yüze eğitim verileceği belirlenmeli. Önünüze net hedef koyar, ona göre adım atarsınız. Örneğin “günlük vaka sayısı 500’ün altına düşünce okulları açacağız” der, o hedefe varınca da açarsınız. Daha sonra “günlük vaka sayısı 100’ün altına düştüğünde tam yüz yüze eğitime geçeceğiz” der, o hedefe varınca da bunu yaparsınız. “Vaka sayısı şunun üstüne çıkarsa, okulları yeniden kapatırız” der, ona göre yol alırsınız. Bu planları yapmadan, objektif kriterler koymadan, karar verenlerin o günkü düşünceleriyle, ki bu düşünceler bir çok şeyden etkilenebilir, böylesi adımlar atmak mutlaka hataları doğurur. Pazartesi okullar açıldığında, haklı olarak şu sorulacak: “31 Ağustos’ta durum şimdikinden daha iyiyken, neden okulları açmadınız?” Bunun bir cevabı yok.

KIŞIN VAKA SAYILARI ARTACAK AMA ANİ, BÜYÜK PATLAMALAR BEKLEMİYORUZ

Peki çocukların okula gitmesinin ailenin rızasına bırakılması doğru mu?

Doğrusu ben bunu olumlu görüyorum. Aileler çok fazla sağlık bilgisi olmadan buna karar veriyor ama karar vericilerin de bu anlamda kesin bilgisi yok. Ayrıca aileye böylesi bir tercih hakkı tanınmadan okullar açılsaydı, çocuklar sene kaybedecekti. Diğer yandan, bir grup çocuk okula gitmeyeceği için, okula giden çocuk sayısı da azalacak. Dolayısıyla okula giden çocuklar da daha uygun ortamda, mesafenin açılacağı dersliklerde eğitim alabilecek.

Kışa yaklaştıkça hastalığın yayılma hızının artacağı, çok zor bir kış geçireceğimiz yönünde öngörüler var. Mevcut gidişata bakınca, sizce bizi nasıl bir kış mevsimi bekliyor?

Çoğu arkadaşın aksine, daha ilkbaharda, yazın bu salgının devam edeceğini söylüyordum ve öyle oldu. Elbette havaların soğumasıyla beraber insanların kapalı alanlarda bir araya gelmesi, okulların açılması gibi etkenler kışın vakaların biraz daha artmasına neden olacak. Ama bunun ani, büyük patlamalar şeklinde olmasını beklemiyoruz.

SALGININ İKİNCİ BÜYÜK ARTIŞ DALGASINDAYIZ

Türkiye şu an salgının neresinde?

Salgının ikinci büyük artış dalgasındayız şu an. Ama ben salgını beş evreye ayırıyorum ve Türkiye, tedbirlerin kaldırıldığı bir evrede salgınla mücadele ediyor. Bu açıdan beş evre içinde de dördüncü aşamadayız. Bir ara en azından kontrolü sağlamıştık. İyileşen sayısı vaka sayısından daha fazlaydı. Fakat bir aydır bu kontrolü kaybettik. Artık hasta sayısı iyileşenden fazla olduğu için toplumda hastalık yükü günden güne artıyor.

Ama ikinci dalgada değiliz…

Salgın biliminde birinci, ikinci dalga tanımlarının standart kriterleri yok. 1919’daki İspanyol gribi salgını, Mayıs ayında bütün dünyada bitmişti. İki ay hiç vaka görülmemişti. Ağustos ayında virüs mutasyona uğrayarak esas yıkıcı dalgayı yaratmıştı. Buna ikinci dalga denmişti. Ama şu anki global dünyada bir ülkenin vaka sayısını sıfırlamasının da bir anlamı yok. Nitekim bunu Yeni Zelanda, Güney Kore örneklerinde gördük. Vakaları sıfırladılar, kutlama yaptılar ama yeniden vaka artışları oldu. O yüzden bütün dünyada vakaların durması ama sonra aynı virüsün tekrar yayılması durumunda ikinci dalgadan söz edebiliriz.

BÖYLE GİDERSE, TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL BAĞIŞIKLIK ANCAK 11 YILDA GELİŞİR

Peki böyle giderse nereye varacak bu iş?

Eğer böyle giderse, toplumsal bağışıklık çok geç geliştiği için, muhtemelen 3’üncü, 4’üncü dalgaları yaşayacağız. Fakat şu anda yaşanan her dalgalanmaya 2’nci dalga demenin anlamı yok. Çünkü 2’nci dalga bir anda çok yıkıcı bir etki yapıyor. Zira bütün dünyanın, salgının bittiğini düşündüğü ve tedbirleri tamamen elden bıraktığı anda ortaya çıktığı için, onu toparlamak çok zor oluyor. O nedenle örneğin Yeni Zelanda veya Güney Kore’de vakaların tekrar artışına da 2’nci dalga demek de doğru değil. Öte yandan, bugün Türkiye’de vaka sayıları sıfırlansa bile, örneğin sınırlarının kontrolünün zor olduğu Irak’ta vakalar hızla artıyor ve oradan buraya herhangi bir geçiş, vakaları tekrar artırır.

Aşısız bir kitle bağışıklığı söz konusu değil mi?

Eğer mevcut haliyle, günde 1500, 1600 vakayla gidersek ve gerçekte de bunun on katı kadar vaka olduğunu kabul edersek, Türkiye’de toplumsal bağışıklık ancak 11 yılda gelişir. Ama gerçek vaka bizim hesapladığımızın da on katıysa, örneğin günde 15 bin vaka görseydik, o zaman bir yılda toplumsal bağışıklık gerçekleşirdi. Bu da ağır hasta sayısının büyük bir artış göstermesi, sağlık hizmetlerinin çökmesi ve büyük ölüm oranları anlamına gelirdi.

SERT SÖYLEMLER HEKİMLERE KARŞI ŞİDDET OLAYLARINI KÖRÜKLEYEBİLİR

İktidar kanadından Türk Tabipleri Birliği’ne yönelik sert tepkiler var. Hatta Bahçeli, işi TTB’yi kapatma tehdidine kadar vardırdı. İktidarın TTB’ye yönelik bu tür baskıları ne anlama geliyor?

Bırakın hekimleri, herhangi bir insanın böylesi bir dönemde bu şekilde sert söylemlere maruz bırakılması yapılabilecek en son şey. Şu anda topyekûn mücadele etmemiz gereken bir salgının içinde yaşıyoruz. İnsanların motivasyonunu kıracak bu tür söylemler zarar vericidir. Bazı söylemlerini beğenmeyebilirsiniz ama “TTB kapatılsın” dediğiniz zaman, zaten şiddete maruz kalan hekimlerin motivasyonunu kırarsınız. Ayrıca bu sert söylemler insanların hekime bakışını farklı etkileyebilir ve hekimlere karşı şiddet olaylarını körükleyebilir.

Sağlık çalışanları salgınla mücadelede çok ciddi kayıplar veriyor zaten…

Tabii ki. Üstelik toplumun ortalamasından on kat daha fazla. Dediğim gibi, salgın savaştan, depremden, selden daha büyük bir felakettir. Salgında hem toplumun bütün damarları tıkanır hem de en büyük ihtiyaç sağlık hizmetidir. Depremlerde, savaşlarda sağlık personeli ön planda olmadığı için, toplumun genel ortalaması kadar etkilenmez ve sağlık hizmeti devam eder. Ama salgından doğrudan sağlık personeli etkilendiği için, sağlık hizmetleri aksar. Şu an yaşadığımız da bu. Sağlık personeli zaten çok yorulmuş, güç kaybetmiş durumda. O yüzden onların motivasyonunu yüksek tutmak gerekiyor.

YOĞUN BAKIMLA İLGİLİ VERİLEN ORANLARLA GERÇEK DURUM AYNI DEĞİL

Pek çok insan artık virüsü kapmak kadar, hastalandığı zaman yatışının yapılacağı bir hastane, yoğun bakım ünitesi bulamamaktan da korkuyor. Nitekim Ankara’da bu tür hadiseler de duyuyoruz. Bakanlık ise yoğun bakımdaki doluluk oranlarının illerin ortalamasına göre yüzde 50-60’larda olduğunu öne sürüyor. Şu anda yoğun bakım ünitesi kapasitesi ne durumda?

Şehir bazında rakam değil, sadece oran verildiği için net durumu bilemiyoruz. Ama gördüğümüz, çalıştığımız merkezlerde yoğun bakım sıkıntısı var. Hastanelerde yer bulma sorunu var.

O halde Sağlık Bakanlığı’nın paylaştığı veriler doğru değil mi?

Yoğun bakımların doluluk oranı sayılırken, bebeklerin yattığı yenidoğan yoğun bakım üniteleri ve özel hastanelerin yoğun bakım üniteleri de dâhil ediliyor. Oysa yenidoğan yoğun bakım ünitelerine yetişkinleri yatıramazsınız. Özel hastaneler de Covid-19 hastalarını kabul etmiyor. Dolayısıyla yoğun bakımla ilgili verilen oranlarla gerçek durum aynı değil. Sadece pandemi hastanelerinin yoğun bakımları bu hizmeti sağlayabiliyor. O yüzden de hastalar yer bulamıyor. Yoğun bakıma ihtiyaç duyan hasta geliyor, yer yok diye diğer merkezleri arıyorsunuz, oralarda da yer yok. Bunlar yaşanıyor.

O halde örneğin Ankara için yoğun bakım doluluk oranı, yenidoğan ve özel hastanelerin üniteleri de dahil edilerek belirlenip yüzde 60 veya yüzde 70 olarak ilan edilirken, gerçekte Covid-19 hastaları için bu oran yüzde 100 olabiliyor, öyle mi?

Gerçek sayıyı bilmiyoruz ama olabilir. Ama dediğim gibi, yoğun bakım oranı, zaten Covid hastaları için kullanamadığımız özel hastane ve yenidoğan yoğun bakım üniteleri dâhil edilerek ilan ediliyor.

Peki durum çok ağırlaştığında buralar da devreye sokulamaz mı?

Yenidoğan yoğun bakımına Covid’li hasta sokamazsınız, çünkü oralar bebeklere göre yapılıyor. Ama bakanlık isterse, özel hastanelerin de yoğun bakımlarını kullandırabilir. Fakat mevcut durumda özel hastaneler bu hastaları kabul etmiyorlar.

ÖKSÜRÜK VE VÜCUT AĞRILARININ AYLARCA DEVAM ETMESİ HASTALARIN İYİLEŞMEDİĞİ ANLAMINA GELMİYOR

Siz Ankara’da hastalara yer bulmada zorlanıyor musunuz?

Zorlandığımız dönemler oluyor ama şu ana kadar öyle ya da böyle, yer ayarlandı. Fakat bu sayılar hızla artmaya devam ederse, hiçbir ülkenin olanakları sınırsız değildir. ABD’nin, Batı Avrupa ülkelerinin, İspanya’nın, İtalya’nın ne kadar zorlandıklarını, bazı ülkelerin hastalarını Almanya’ya sevk etmek zorunda kaldığını gördük. O yüzden vaka artışının bir şekilde durdurulması şart.

Şu anda hastalıkla uğraşan insanlar, virüse yakalandıktan kaç gün sonra düzlüğe çıkacaklarını, bu yokuşun ne kadar süreceğini merak ediyor. Bu durumdaki hastalara ne dersiniz?

Hastalar normalde on gün gibi bir sürede iyileşebiliyor ama özellikle öksürük, vücut ağrıları gibi bazı etkiler bazen haftalarca, aylarca devam edebiliyor. Fakat bunlar, hastanın iyileşmediği anlamına gelmiyor. Öte yandan bu hastalığın kalıcı hasarlar bırakıp bırakmayacağını henüz bilmiyoruz. Normalde kişi viral enfeksiyonları atlatabilirse, iz bırakmadan geçer. Ancak Sitokin Fırtınası dediğimiz dönemde, hastanın durumu ağırlaştığında akciğerde, kalpte, damarlarda, böbreklerde, karaciğerde vücudun kendi bağışıklık sisteminin verdiği zararlar ortaya çıkıyor. Ve bu zararlar maalesef kalıcı olabiliyor. Fakat dediğim gibi, bunlar aradan belli bir süre geçtikten sonra ortaya çıkabilecek.

Şu anda neden bunun net bir cevabı yok?

Çünkü bu hastalığın görülmesinin üzerinden yeteri kadar süre geçmedi. Şu anda altı aydır bazı problemleri devam eden hastalar var ama önümüzdeki altı ayda bu problemler geçecek mi, kalıcı mı olacak, bilemiyoruz. Bunun için zamana ihtiyaç var.

Hastalığa henüz yakalanmamış ama hastalığa yakalanabileceğine dair büyük bir korku, anksiyete yaşayan insanlara ne önerirsiniz?

Maalesef bu, salgında yaşanan ikinci büyük problem. Toplum bu konuda yekpare değil. Belli bir kesim bu korku yüzünden, bizim önerdiğimizden daha fazla tedbir alabiliyor. Bir kesim aşırı korku yüzünden psikolojik sorunlar yaşıyor. Bir kesim normal reaksiyon gösteriyor. Ama büyük kesim ise, hâlen maskeyi, mesafeyi, hastalığı önemsemiyor. O yüzden toplumun geneline mesaj göndermekte de zorlanıyor. “Her şey iyi gidiyor” derseniz, önlemleri gevşek tutanlar hiç uymamaya, “her şey kötüye gidiyor” derseniz, zaten korku içinde olan insanlar daha büyük bir paniğe kapılıp ciddi psikolojik sorunlar yaşamaya başlayabiliyor. Fakat artık farklı gruplara, farklı yöntemlerle, farklı mesajların iletilmesi konusunda da devletin bir planlama yapması gerekiyor. Bizim de, basının da mesajının ulaşmadığı kesimlere, farklı iletişim yöntemleriyle yaklaşmak gerekiyor.


İrfan Aktan kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. “Nazê/Bir Göçüş Öyküsü” ile “Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu” isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar’da yazıyor.

Haberin kaynağına buradan ulaşabilirsiniz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir