Perşembe, Ocak 23, 2025
AÇIK GÖRÜŞ

Son Muhafazakar Demokratın Vedası

Adelina Sfishta 

Yıl 1999, yer İstanbul, 4-5 genç adam bir odada tartışıyor. Aslında “bir çıkış yolu” arıyorlar. Kurdukları; Milli Nizam, Milli Selamet, Refah Partisi, Fazilet Partisi, gibi siyasi organizasyonlar “sistem” tarafından, sürekli kapatılıyor.

Asker, yargı, üniversite ve bürokrasiden oluşan “vesayetin gücü”, halkın tercihine aldırmıyor kısa sürede alaşağı ediyordu. Bu “vesayetin” adına da “derin devlet” diyorlardı.

Derin devlet kim diye sorduklarında; Demirel “ordu”, Ecevit “özel harp” diye tanımlıyordu.

Erbakan da, bu “vesayetin gücü” tarafından, 28 Şubat “Post Modern Darbe” ile indirilmişti.

Odadakiler, halk desteğinden emindiler. “Vesayeti aşmanın çaresini” bulmaları gerekiyordu.

 İçinden çıktıkları “Milli Görüş Hareketi” sistem tarafından “meşru” kabul edilmiyordu.

“Erbakan Hoca gemiyi karaya toslatıyor” kanaati, “odadakilerin” Erbakan’dan ayrılma kararlarına meşruiyet kazandıran, en güçlü gerekçeleriydi.

Ya “asker” yeniden “yol keserse”. “Cumhuriyetin bekçisi” askerdi. “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti” denilerek yetiştiriliyordu, genç askerler. Bu mesaj, sadece “dışarıya” değildi. Yıllarca bu “vazifelerini” içeride başarı ile yapmışlardı.

“Askerin de bize ihtiyacı var” dedi birisi. “Terör almış başını gidiyor, milleti devleti ile barıştırmak gerek” dedi, diğeri. “Askerin de sahibi var” diyenler oldu.

Ama kulakları hep, “askerdeydi.” Oluşumları “meşru” kabul edilecek miydi?

Erbakan’ın, “bazı tarikat ve cemaat liderlerini, Çankaya’da iftara davet etmesi”, 28 Şubat’ın önemli gerekçelerindendi. “Biz öyle değiliz” demek çözüm olabilir miydi?

Bekledikleri haber onları Amerika’da buldu. Asker, “Erbakan’ın yanından ayrılmalarını” istiyordu. Haberi getiren de “bir profesördü”. Pek güvenemediler.

Ordu, Amerikalılarla sıkı-fıkıydı, acaba “büyük patrona” mı ulaşmalıydılar?

Çok geçmeden, “büyük patron” onlara ulaştı.

“Büyük patron” bir şeyler “pişiriyordu” ve onlara da “ihtiyaç duyuyordu”.

1947-1991 bildiğiniz gibi, “Soğuk Savaş” dönemi. Nükleer silahların oluşturduğu “dehşet dengesi” ve iki kutuplu bir dünya. ABD’nin “küresel rakibi” SSCB.

Yıl 1979. İki önemli stratejik gelişme cereyan ediyor. Birbiri ile sıkı sıkıya bağlantılı.

SSCB, Afganistan’ı işgal ediyor, İran’da halk ayaklanması ile İran İslam Cumhuriyeti devrimi gerçekleşiyordu.

Dünya petrol akışının yaklaşık % 50’sinin gerçekleştiği Körfez’deki gemi trafiğini riske sokabilecek, ABD’yi ayağa kaldıran iki önemli olay. Ruslar Afganistan üzerinden Hint Okyanusunu, İran Şii nüfus üzerinden Körfez’in güvenliğini ortadan kaldırabilirdi.

Amerika; askeri güç kullanımının yolunu açan, “Carter Doktrini” ile SSCB’yi tarihten silme kararı aldı. Bu, “nükleer dehşet dengesi” içinde korunabilen barışı, tamamen ortadan kaldırabilirdi.

“Carter Doktrinini” Zbigniew Kazimierz Brzezinski hazırladı. Brzezinski’nin “gizli dokümanında” önemli bir “Proxy Güç kullanılması” öngörülüyordu. Müslümanlar. SSCB, Müslümanlar eliyle vurulacaktı. Bu nedenle bu stratejiye, “Yeşil Kuşak Stratejisi” de denilir.

İlk cephe Afganistan’da açıldı. SSCB tam 10 yıl, gerilla harbiyle ve “asimetrik” savaş teknikleriyle, perişan edildi. İkinci cephe, Çeçenistan, üçüncü cephe Bosna.

Afganistan mücahitleri, Çeçen mücahitleri, Bosna mücahitleri bu dönemin aktörleri olmuşlardır. El Kaide, Taliban gibi örgütler birçok sıcak çatışma alanında, Ruslara karşı aktif görev alarak, “Yeşil Kuşak Stratejisine”, hizmet etmişlerdir.

ABD, uyguladığı bu strateji ile SSCB’yi çökertmeyi başarmış, SSCB dağılmak zorunda kalmıştır.

ABD’nin Kuveyt’e müdahalesi ve ardından Irak’taki gelişmeler, dönemin en önemli aktörü El Kaide’yi; ABD yandaşlığından, ABD karşıtlığına savurmuştur. Kaide 11 Eylül 2001’de “intikamını” almıştır.

Bu tarihten sonra, El Kaide, bütün coğrafyalarda “Amerikan karşıtlığını”, siyasetin merkezine yerleştirmiştir.

Meydana gelen olaylar, ABD stratejilerinde de değişikliğe gidilmesini gerektirmiş, “Radikal İslam’la Mücadele” ön plana çıkmıştır.

ABD’nin yeni stratejisi “Müslümanların ehlileştirilmesine” dayanıyordu. BOP ve “Ilımlı İslam” yeni gözdesi oldu. Müslümanlara “demokrasi” getirilecekti.

Brzezinski’nin en önemli iki talebesinden biri olan Condoleezza Rice, işin teorisini yazdı.

Çok geçmeden, Rice’ın “adamları” odada hararetle tartışan 4-5 genç insana ulaştı.

Taraflar anlaştılar. Ve “muhafazakar demokratlar” böylece yola koyuldular. Genç adamlar, BOP ile İslam Dünyasının da demokratlaşacağını ümit ediyorlardı.

Birbirlerini tam anlamışlar mıydı, yoksa herkes işine geleni mi anlamıştı? Hala net değil.

Amerikalılar, “askeri bize bırakın, ekonomik krizi de merak etmeyin” dediler. Ancak BOP önemliydi. “Militan İslam” bitmiş, “Ilımlı İslam” gelmişti.

Çok kolay gelişen ilişki ürkütmüyor değildi. Neyse “lider”, “zamanı gelir, onlara da dirseği gösteririz” diyerek içlerine su serpmişti. Önemli olan “iktidar olabilmek” dedi, “lider”, gerisini “hallederiz”.

Tabanları, bu “Ilımlı İslam’a” yatkın değildi. Çeçenistan- Afganistan-Bosna savaşları ve İran’daki İslam devrimi, Türkiye’deki “İslami tabanı” etkilemiş ve “anti Amerikancılık” ve “İslam devleti kurulabilir”, düşünceleri, tabanda ön plana çıkmıştı. İran, Türkiye’deki İslami akımlara hayli “nüfuz” etmişti.

“Asker” konusunda garanti veren Amerikalılar, “Ilımlı İslam” konusunda da imdada yetişti ve genç siyasetçilere “Mısır’daki İhvan-ı Müslümin hareketini” işaret etti. İhvan bu süreçte rol oynayabilirdi. Ancak İhvan’ın ılımlı kanadı olduğu gibi militan kanadı da vardı. İhvan’dan türemiş, Sahwa hareketi, El Kaide vardı.

AK P entelektüeli, bu “kimin eli kimin cebinde olduğu bilinmeyen” İhvan hareketini, yönetebilecek miydi? Hiç pratikleri yoktu.

Tabanlarının, İhvanla daha rahat anlaşabileceği kesindi. Böylece Amerikalılarla “Ilımlı İslam” konusunda, terminoloji beraberliğine de ulaşmışlardı.

Heyecanlı ve şaşkındılar. Bu kadar kolay olacağını ummamışlardı.

Hem Erbakan’ı ekarte etmişler, hem de “Dünya Hakimi Güç” ile el sıkışmışlardı.

“Siyasal İslamcılar” gitmiş, yerine “Muhafazakar Demokratlar” gelmişti.

Milli Görüş sorulduğunda, cevapları hazırdı. “Biz Milli Görüş Gömleğini çıkarttık” diyorlardı.

Yeni partinin adı, AK Parti, amblemi “ampul” idi. Tertemiz ve aydınlatan bir parti, hem de “Kalkınma”sı vardı.

Her görüşe yer vermeye çalıştılar. Ancak direksiyon, Erdoğan’da ve “değiştik diyen Milli Görüşçülerdeydi”. Gül ve onun etrafında şekillenmiş “ekip” de hareketin en güçlü ekibiydi.

Parti müthiş bir rüzgar estirdi. İktidara yürüdüğü çok açıktı.

İlk seçimlerde % 34,63 alarak tek başlarına iktidar oldu.

Ancak asker boş durmuyordu. “Özde Laiklik” gerekçe gösteriliyor, partinin önü kesilmeye çalışılıyordu. Derin dehlizlerde de, “darbe planları” yapılıyordu. Erbakan’ı “devirenler”, Erdoğan’ı da devirmeyi kafalarına koymuşlardı.

“Erdoğan esnek ve pragmatistti”, işini asla tesadüfe bırakmazdı. “Neticeye odaklı kafası” iktidarı muhafaza etmesini sağlıyordu. Önemli olanın; “yol arkadaşının kim olduğu” değil, “hangi yol arkadaşının seni hedefe götürebileceği” olduğunun farkındaydı.

Buna göre hareket etti. Bazen “Askerlerle”, bazen “Kürtlerle”, bazen “Cemaatle”, bazen “Baykal’la”, bazen “Bahçeli” ile, bazen “Siyasal İslamcılarla”, bazen “Kemalistlerle” “neticeye odaklı” ilişkiler kurdu, oyunlar kurguladı. Hepsinde kazandı.

Partisi onun bu yükünü “kaldıramaz” hale geldiğinde, Partisinden “bazı ağırlıkları” da atmasını bildi. Gül ve ekibini tasfiye etti.

2007’de “mezara kadar gidecek sırlarla” askerle pazarlık yapıldı ve uzlaşıldı. Büyükanıt dünyasını değiştirdi, sırları ifşa etmedi. Askerlerin 2004’ten beri istediği “çok önemli bir şey” vardı. Muhtemelen “onu” istediler, O da verdi. Ona göre bu bir “çifte kazançtı”. Hem askerleri ikna edebildi, hem rakiplerinden birinden böylece kurtuldu.

2011 yılına kadar her şey iyi gitti.

Mısır’da “Demokrasi” yerine “Siyasal İslam İktidarının” örnekleri sergilenmesi, Mısır toplumu ile çatışmaya giren bir İhvan iktidarı, İran’ı da öncelikle ziyaret edince işin rengi konusunda Mursi hayli emare vermiş oldu. Bu ilk “BOP planının dışına çıkılacağının” işaretlerini veriyordu.

Ardından, Suriye’de “ortaya çıkan” Irak El Kaidesi, Nusra, IŞİD gibi silahlı cihat örgütler, “ekibin” Amerika ile konuşulanları hiç anlamadığını ortaya koyuyordu.

2014’teki Kobani olayları ise; hatırlayın “Kobani düştü düşecek” denilmiş ve Suriye Kürtlerine yardım edilmemişti, muhatapları Amerika’da, “Erdoğan plan dışı oynuyor” kanaatinin netleşmesine neden oldu. Ve “ortaklık bitti”.

Amerika, “güvendiği” Erdoğan ve ekibi ile “stratejik ortaklığı” bu olaya bakarak bitirdi. Amerika ile; lokal faydalara göre lokal işbirlikleri dönemine girilmiş oldu.

Bundan sonra “herkes kendi planına döndü”.

Öyleyse, “Kürt Sorunu çözüm masasına” da gerek yoktu. Şubat 2015’te Dolmabahçe’de kurulan “çözüm masası”, Nisan 2016’da devrildi.

Cemaat’ten sonra Kürtlerle de “kanlı bıçaklı sürece” girilmişti.

Anlayacağınız, artık “ne demokratlık, ne de muhafazakarlık” kalmıştı.

Haziran 2015 seçimlerinde alınan kötü neticeler, iktidarın kaybedilebileceğini göstermişti. İktidar sallantıdaydı.

O halde farklı bir kombinasyonla yola devam edilmeliydi.

“Kesintisiz iktidar sağlayacak” formül arandı ve bulundu.

Bahçeli, Perinçek, Kemalistler “gözüne çok şirin görünmeye” başladı. Ve “yeni iktidar modeli” oluşturulma sürecine girildi.

Aslında bu ekip “eskinin vesayet odakları” idi. Ama olsun, “kendisine sınırsız vesayeti” yani iktidar gücünü vereceklerdi. İstedikleri de çok bir şey değildi.

Partisini “temizleyecek”, Gül ve benzeri ekiplerden kalanlar (Davutoğlu, Babacan gibi) partiden uzaklaştırılacak, çözüm masasından kalkılacak, Kürt meselesinde güvenlikçi konsepte geri dönülecek, Rusya’ya sıcak bakılacak, Amerika’ya uzak durulacak, Gülen cemaatinin kökü kazınacaktı.

Aslında; “Milliyetçi-Ulusalcı-Kemalist-Devletçi” bir çizgide siyaset isteniyordu.

Gerisi “teferruat” dediler ve uzlaştılar.

İş o kadar da zor değildi. Biraz “Bozkurt”, biraz “Putin”, biraz “Çin’e hoşgörü”, ara sıra da “Gazi Mustafa Kemal” işlem tamam. Erdoğan hayranlarını zaten ikna etmek kolay.

Bütün taşlar temizlendi, tek adamın yönetimine imkan veren bir sistem kuruldu, bütün vidalar sıkıldı, Bahçeli ve Perinçek kurulan sistemin yılmaz “bekçileri” oldu.

O artık, “muhafazakar” da değildi, “demokrat” da. Ne partinin, ne de kendinin net tanımını yapmak kolay olmuyordu.

Ekonomik sıkıntılar arttıkça halkın iknası giderek güçleşiyor, homurtular artırıyordu. Beka dendi, halk ikna olmadı. Suriye savaşı dendi, halk ikna olmadı. Libya savaşı dendi, halk ikna olmadı. Partide erime ve dış destekte azalma hızlanıyordu.

Ayasofya cami yapıldı, olmadı. “Yunanistan-Kıbrıs diyelim, belki halk ikna olur” noktasına gelindi. Ancak görünen o ki, halk yine ikna olmadı.

Ekonomik sıkıntılar ve aşırı borç yükü de baş edilebilir ölçüleri aşmak üzere.

Partide güç mücadelesi gizlenemeyecek boyutlarda. Milliyetçiler partiyi ele geçirir mi?

Dışarıdan da hiçbir olumlu işaret gelmiyor. BOP defteri kapanmış, “pamuk ipliği kadar zayıf olan Trump’ın seçilebilme ihtimaline” siyasi gelecek emanet edilmişti.

Ya Trump seçilemezse, uykuları kaçırtacak kadar endişe vericiydi.

Türkiye’ye rol verilebilecek, yeni bir “küresel açılım” bekliyor musunuz?

Çin’le savaş desek, ne barutumuz kaldı ki, ne atalım.

İran silkelenirse, Türkiye de titrer gözüküyor, bundan ümitvar olmak zor.

“Durgun, puslu, ağır bir hava var”. Sanki herkes, onun siyasetten çekilmesini bekliyor.

Türkiye için “en hayırlısı” bu galiba.

Çekilir mi?

Ne dersiniz?