Kahvehane Müdavimlerine Kısa Ekonomi Turu
Son yıllarda yaşanan geçim sıkıntısı, hepimizi kısmen “ekonomist” yaptı. Kahvehane ağzından akademik seviyeye kadar hemen hepimiz konuyla alakalı bir şeyler söylemeye başladık. Çevremizde insanları gözlemleyerek, lüks kafelerin doluluk oranı, cep telefonu markaları, otomobil galerilerindeki kuyruklar üzerinden yahut tersine kıyas ile yurt dışındaki insanların aç yatma iddialarıyla, market raflarının boş olma haberleriyle veya bazı Avrupa Ülkelerinin ülkemize gıpta ve haset ile bakmasını yorumlayarak ekonomiyi zihnimizde bir yere konumlandırmaya çalıştık. Hatta bir ara, bazı insanlar hayat pahalılığına, bazı zincir marketleri taşlayarak çare aramaya kalkıştılar.
Artık eş-dost sohbetlerinin ana konularından biri haline gelen ekonomi, bakış açısına göre farklı yorumlara ve farklı anlayışlara kaymaya başladı. Bir bilgi tabanı olmadan bu konularda yorum yapmak, hastane tahlil raporlarına, rakam sonuçlarına göre değil, rapor kağıdındaki yazı karakteri üzerinden yorum yapmaya benzer. Piyasa ve ekonomik durumu tespit için bir takım hesaplamalar bulunur. Ancak bu hesaplamaların arasında, bazı amcaların söyleyegeldiği gibi, asla marketlerdeki kalabalık seviyesi, insanların cebindeki telefon markası yahut kafelerde oturanların sayısı gibi alakasız ve ilginç rakamlar yer almaz.
Hemen hemen ölçülebilir her şeyin bir ölçme kriteri vardır. Bir kova sütü metre ile ölçemeyeceğiniz gibi kumaşı da hacmine göre litreyle ölçemezsiniz. Aynı şekilde, paranın değeri de litre ile, kilo ile, metre ile ölçülemez. Ayrıca ekonomide, değerleme ölçüleri, ucuzluk pazarlarındaki kalabalık, pahalı semtlerdeki kafelerde yer bulabilme ihtimali, genç nüfusun cebindeki telefon markası veya araba galerilerindeki araç bekleme süresi değildir. Ülkenin dış borç yükü, CDS (borçlanma puanı), dünya ekonomisindeki büyüklük sırası, toplam millî gelir, gayri safi safi hasıla, kişi başına milli gelir,… gibi olgularla ekonomik durumu anlayabiliriz. Bu konuda kısa bir bilgilendirme turu yapmak biraz zor olabilir; muhatabınız eğer ekonomiyi rakam ve verilerle değil, “çok şükür,… iyi iyi,… Avrupa ne halde,… ülkenin kıymetini bilin,… nankörlük yapmayın,…” gibi -çağdaş- klişelerle durumu açıklamaya çalışan, hayat pahalılığının sorumlusunu perakende sektöründeki mahalle ucuzluk zincir marketleri olarak gören, alakasız konuları alakasız faillerle eşleştiren, en iddialı olduğu konular, en anlamadıkları olan bir kitle ise bilgisel yazısında biraz zorlanmak normaldir.
Halk arasında, ekonomik konularda yapılan en temel değerleme hatalarından biri de mikro ekonomi verilerini makro ekonomi verileriyle karıştırılmasıdır. Makro ekonomi ile mikro ekonomi arasındaki fark, en basit anlatımıyla şöyle izah edilebilir: tarlaları ve çiftliği olan fakat borç içindeki bir şahsın, akşam eve geldiği zaman yine veresiye olarak bakkaldan aldığı şekeri, abur-cuburu çocuğuna verdiğinde, çocuğun “Ne güzel, babamın işleri, güllük gülistanlık” demesi ne kadar yanıltıcı ise makro ekonomiyi mikro ekonomi açısından değerlendirmekte bizi yanıltabilir. Mikro ekonomi, tek tek herkesin, diğerinden ayrışmış maddi durumu, makro ise, topluca yapılan değerlendirmede gördüğümüz manzaradır, diyebiliriz.
Peki, etrafımızda dönüp dolanan bu ekonomi temelli olaylar, bizi sarıp sarmalayan, neredeyse halkın bütün tavır ve hareketlerine yön veren ekonomik kalıplar nedir acaba? Basitçe, yaşadığımız bu evrensel parasal ortam nasıl oluşmuştur?
Şimdi arkamıza yaslanıp, telaşsızca, etrafımızda olup biten bu ekonomik hengâmenin nemenem bir şey olduğuna, bu noktaya nereden geldiğine bir göz atalım. Ekonominin teknik açıklamalarına dalmadan, günlük lisanla, bütün maddi değerler dünyasını kaba haliyle anlatmak gerekirse ve olayı biraz daha eş dost muhabbeti sıcaklığıyla nasıl konuşabiliriz dersek, konuya şöylece girebiliriz:
Ekonominin ilk başlangıcı takastır. Eldeki bir ürün veya malın, başkalarında olup bizim ihtiyacımız olan başka bir ürün ve mal ile değiştirilmesi işin başlangıcı sayılabilir. Çiftçi, elindeki fazla buğdayı verip dokumacıdan kumaş alır. Dokumacı diğer yandan diğer fazla kumaşını da madenciye vererek, ondan bir metal külçe almış olsun. Derken günün birinde, diyelim ki, çiftçi, buğdayını dokumacıya getirdiğinde, dokumacının elinde henüz yeterince kumaş olmadığından bir dahaki sefere vermek için kumaş yerine madenciden aldığı metal külçeyi verir. Çiftçi de bir dahaki gelişinde, külçeyi geri verip kumaşı alır. Yani bir nevi borç senedi yahut rehin gibi metal külçesi kullanılır. Aynı kolaylığı, bu defa çömlekçi de kullanmaya başlar. Getirdiğinde çömlekle değiştirilmek üzere elindeki metal külçeyi verir. Derken, hangi metali kimden aldığını karıştıran çiftçi, metal külçelerini kimin olduğuna bakmadan kumaş, çömlek veya ne gerekiyorsa o şeyin alımında kullanmaya başlar. Zamanla kendisi de daha elinde olmayan buğday yerine ileride buğdaya çevrilmek üzere metal vermeye başlar. Ve metal-altın temel değişim aracı olmaya, yani -para- diye anladığımız şey olmaya başlar. Böylece en temel ekonomik kabulleniş oluşmuştur, insanlar, fiziken bir işe yarayıp yaramadığına bakmadan, bu metal kalıpların bir değişim değeri olduğuna inanıvermiştirler.
Zamanla bu durum en fazla hakim gücün, otoritenin işine yaramaya başlar. Kendi hazırladığı metal kalıpları değişim aracı olarak kullanmaya, piyasaya sürmeye başlar. (Senyoraj hakkı) Karşılığında da otoritenin devamı için gereken her şeyi alır, gereken masrafları yapar. Daha da ilerisi, otorite bu kalıpları basmakta kendisini tek yetkili ilan eder. (Nasılsa kimse itiraz edemeyecektir.)
Yüzyıllar sonra, artık değerli metallerden basılan paralar tedavülde dolaşmaya başlamışken, yeni bir fiziki güçlük ufukta belirir. Elinde yüklü miktarda para yani altın, gümüş, bakır,… metal kalıp bulunanlar bunun muhafazası ve güvenli olarak taşınmasında problem yaşamaya başlarlar. O zamanlarda, Bilhassa uzun yolculuklar, can güvenliği olduğu kadar mal ve para güvenliği açısından da risk barındırmaktadır. 1100’lü yıllarda, Hristiyan hacıların yolculuklarında ellerinde yüklü miktarda para taşımalarının fiziki zorluğu ve tehlikesini bertaraf etmek için, asıl amaçları hac yolunun güvenliğini sağlamak olan tapınak şövalyeleri devreye girer. Hacılar kendi memleketlerindeki şövalyelerin muhasibine parayı verip karşılığında bir belge alır. Hacı adayı, yahut gezgin, bu belgeyi yol güzergâhındaki veya nihai hedef olan Kudüs’teki diğer bir Tapınak Şövalyeliği temsilciliğine verdiğinde parasının aynısını alır. Zamanla talep artmaya başlayınca, Tapınakçılar bu işlemlerden, yaptıkları masrafları karşılamak adına bir miktar kesinti yapmaya başlarlar. Yani anladığımız anlamda komisyon keserler. Bu senetler henüz anladığımız anlamda banknot, yani bugünkü kağıt para olarak algılanmamaktadır. İsme yazılı bir senet halindedir.
Yüzyıllar akıp ekonomi gelişip sermaye öbeklenmesi fazlalaşmaya başlayınca, tacirler ve toprak sahibi zenginler, ellerindeki metal parayı muhafaza için o tarihte borç alıp verme işlemini yapan bankerlere teslim etmeye başlarlar. Belgeyi getirdiklerinde parayı iade almak üzere, parayı verdiklerine dair de bir yazılı belge aldılar. Zamanla gerek tacir gerekse paralarını bankerlere teslim etmiş diğer belge sahipleri, yapacakları ödemelerde, belgeyi altına, gümüşe, yani paraya çevirip ödemeyi yapmaktansa, daha pratik yol olarak, doğrudan belgeyi karşı tarafa verip ödemeyi gerçekleştirdiler. Belgeyi alan taraf isterse gidip bankerden belge karşılığında parayı alabilecektir.
Bankerler ise zamanla bir şeyi fark ederler: senet sahipleri, altınlarını almaya gelmemektedir. Belgeyi elinde bulunduranların bir kısmı artık senetleri getirip parayı almamakta, piyasada altın, gümüş para yerine bu belgeler, yani bugünkü ifadesi ile banknotlar dolaşmaktadır. Bunun üzerine bankerler, aslında ellerinde karşılığı altın olmayan banknotlar piyasaya sürmeye başlarlar. Yani karşılığı gerçekte olamayan senetler. Ki artık çoğu kimse gelip te zaten asıl altın karşılığını sormamakta, istememekte, piyasada bir nevi itibar senetleri elden ele dolanmaktadır.
Daha sonra duruma uyanan resmi otoritelerde banknot basma kolaylığına başlarlar. Banknotların üzerinde, istendiğinde bu kağıt paranın altına çevrileceği, değerince altın verileceği yazılır. Bu durum da paranın üzerinde yazılmaktadır. (Osmanlı Devletinde basılan ilk kağıt paralarda yazan ifadeyle: “İŞBU KAİMENİN BEDELİ OSMANLI HAZİNESİNCE ALTIN OLARAK ÖDENECEKTİR” şeklinde.)Yani, bir kağıt parçasına, altın değeri yüklenir. (Bu sebepten, Osmanlıda ilk kağıt paralara, –bir şeyin yerine alınan- anlamına “kaime” demişlerdir.)
Zaman zaman, iktisadi sıkıntı yaşayan resmi otoriteler, (bankerlerin yaptığı gibi) karşılığını altın olarak elinde bulundurmadığı kağıt paralar basmaya başlarlar. Ancak insanlar, siyasi ve sosyal risk zamanlarında, bu kağıt –para- karşılığını almaya gelip devlet hazinesinden altın alamadığında, bu kağıt parçalarının hiç bir değerinin olmadığını fark ederler. (Osmanlıda kriz zamanlarında, paralarının karşılığını altın olarak iade alamayınca, halkın bu kağıt parçalarını Sarayburnu’ndan rüzgâra savurdukları ifade edilir.)
Böylece günümüze geliriz. Banknot basmaya yetkili olan kamu (veya özel) bankaları, artık banknotun altın karşılığını hiç dikkate almadan piyasanın doyumuna göre, sadece basım maliyetine bastıkları kağıt paralarla bir piyasa değeri oluşturup tedavüle sürmeye başlarlar. İnsanlar da bu kağıt parçalarına bir anlam yükleyerek selüloz temelli bu nazik maddeyi hayatlarının temeline koyarlar. İnsanlar, rüzgarda savrulup gidebilecek, bir kibrit aleviyle yanıp kaybolacak, dikkatsiz bir elde yırtılabilecek bu nazik, korunaksız kağıtlara bir -itibar- verirler.
Bunun dezavantajı, bu ucuz maliyetli banknotları, yetkili otoriteler, fazlaca piyasaya sürdüklerinde, herkesin elinde çokça kağıt para biriktiğinden, arz-talep dengesi gereğince, bu kağıtların alım gücü düşmekte, önceden aldıkları ürünler için ürün satıcıları daha fazla para istemeye başlamaktadır. Nasıl olsa arka odada biriken bir sürü kağıt para olduğundan daha fazla basılı kağıdı, kim ne yapacaktır. Bu yüzden bu basılı kağıtların itibari değeri basım yoğunluğuyla ters orantılı olarak, düşmeye başlar. Fazla para, meşhur ifadesiyle fiyatları yükseltir, yani enflasyon yaşanır.
Piyasanın doyum noktasının üzerinde piyasaya sürülen kağıt paranın değeri azalmaya yani fiyatlar yükselmeye yani enflasyon yaşanmaya başlar. Peki bu doyum noktası nedir dersek, en temel ifadesiyle, bu doyum noktası, piyasadaki üretim kapasitesidir. Yani üretim kapasitesinin üzerinde para basılmaya başladığında fiyatlar artmaya başlar. Bunu regüle etmek için para basmaya yetkili kurum, piyasayı devamlı kontrol eder. Aksi takdirde, ipin ucu kaçtığında ucuz maliyete bastığı paranın bir itibari değeri kalmaz, aslına yani kağıt parçasına döner. Bu dengeyi kaçıran ülkelerde iyice değeri düşen paralar zaman zaman kaldırımlarda uçuşur da insanlar parayı çiğner geçerler. Eğer üretim, tedavüldeki paraya nisbeten yetersizse, bastığınız paranın değeri sadece kağıt değeridir. Ayakkabı parlatmanın ötesinde kıymetsiz olabilir. Bir tuvalet kağıdından daha az değere ulaşabilir.
O zaman, piyasadaki üretim kapasitesi ne demektir? Basitçe: 100 ekmek üretiliyor, ekmek ihtiyacı da 100 adet ve piyasada da 100 liralık banknot varsa ekmeğin fiyatı arz-talep dengesi olan 1 liradır. Piyasada 200 lira olduğunda ekmeğin fiyatı 2 lira oluverir. Piyasadaki para 200 lira olduğunda ekmek üretimi ve tüketimi de 200’e çıkmaz ise piyasada ekmek fiyatlarının artması kesindir. Yüzyıllar evvelinden, Amasya’da yaşamış olan, İlhanlı Sultanı Ildız Hatun’un ekonominin temelini anlatan sözü bunu söylemektedir: “Üretmeden tüketmeye kimsenin hakkı yoktur.”
Eğer yüz liralık vergi toplanıyor, gelir elde ediliyor fakat yüz yirmi lira harcanıyorsa, bu fazla yirmi lirayı muhakkak ve muhakkak birileri ödeyecektir. Ve bu -birileri- de tabii ki kendisine harcama yapılan, yani Halk’tır. Yirmi liralık bu parayı da ekseriyetle, haberi bile olamadan yapacaktır.
Bu sebeple, özet olarak, üretmeyen bir ekonomik yapıda, basılan her kağıt para, ekonomideki toplam kıymetin kağıt para adedi başına düşen değerini azaltır. Yani toplam değer miktarı (piyasadaki üretim seviyesi) değişmeden o değerin karşılığı olan para miktarı arttığında, her kağıt parçasının itibari değeri azalır, kağıt parçası başına düşen kıymet azalır, o para ile alabildiğiniz değer azalır, enflasyon yaşanır. Paranın karşılık geldiği değeri arttırmadan parayı çoğaltmak, her paranın karşılık geldiği değeri azaltmak demektir. İnsanların cebindeki paranın gerçek değerinin zamanla azalması demektir. Paranızın değerinin azalması yani bir nevi paranızın cebinizden çalınması anlamına gelir. Para basmaya yetkili kurum , piyasadaki toplam üretim değerinin üzerinde para basarak, aslında halkın elindeki paranın alım gücünü çalmaktadır. Karşılığı beş ekmek olan bir para miktarıyla ertesi gün dört ekmek alınabiliyorsa, demek ki birileri cebimizdeki bir ekmeği almış-çalmış demektir. Bu yönden bakacak olursak, bir yönüyle, karşılıksız para basmak, karşılığı başkalarının cebinden aşırılan parayı basmak demektir. Üretim değerini artırmadan, ekonomiyi düzeltmeden basılan her para, cebimizdeki değerin alınıp etrafa saçılması anlamına gelir. Fıkhî ifadesiyle de kul hakkına girer. Sonuçta göreceğimiz şey de, Devleti ele geçirilenlerin eliyle, milletin geleceğinin çalınması olmaktadır. Her gün aynı miktarda çalışıyor fakat aynı miktarda kazanamıyorsak demek ki birileri bizim kazandıklarımızı günbegün aşırıyor demektir.
Günümüz Devlet maliyesinde önemli olan borçları sıfırlayabilmek değil (ki mümkün de değil), borçların sürdürülebilirliğidir. Yani hedef, mali sistemi çökertmeden mevcut borçları ekonomiyi sarsmayacak düzeyde tutabilmek becerisidir.
Gerek Avrupa’da gerek Amerika’da ve gerek Körfez ülkelerinde akıl almaz miktarlara ulaşan fonların yöneticileri ellerindeki parayı geri dönüşü en karlı ve en güvenli olabilecek yerlere yatırım yapmak için mali analizcilere çok yüksek miktarda ödemeler yapmaktadırlar. Dünyada Finans sektöründe akıl almaz bir para boşta kalmayıp gelire, yatırıma dönüşebilmek adına Dünyanın her tarafında yapılacak yatırım arıyor. Yani aslında dünyadaki en çok şey para.
Pekâlâ, biz ne haldeyiz? Yaşadığımız, üzerinde dolaştığımız, kahvehanelerinde vakit geçirdiğimiz, şu ülke, ekonomik olarak nerede?
Bilhassa son 5 yıldır akıl almaz bir ivme kazanan borçlanma olgusu bizi dönüşü çok zor, bedeli ağır bir yola sokmuştur. Şu anda milli imkanlarımızla borçlarımızı zaten ödeme imkanımız olmadığı gibi borçlarımızın faizini dahi yine ödeme imkanımız yok. Şu anda yapılagelen şey, (borçlarımızı değil) borçlarımızın faizini ödeyebilmek için dışarıdan yine borç almak.
Bu çılgın girdapta en sıkıntılı olan husus, her alınan borç, ülkenin CDS rakamlarını daha da yükseltiyor yani risk puanınız daha da artıyor ve dolayısıyla her yeni müracaatta, her yeni borç arayışında daha yüksek faizle borç bulabiliyorsunuz. CDS, Credit Default Swap (Yurt Dışı Kredi Alma Risk Puanı) rakamlarındaki ciddi olumsuzluk ülkenin borç yükünün sürdürülebilirliğini aşırı riskli bir hale getirmektedir.
TÜİK rakamlarına göre, Sosyal koruma kapsamında maaş yardımı sayısı 2021 yılında 15 milyon 362 bine yükselmiştir. Tüketici güven endeksindeki kötü seviye de problemli bir ekonomik göstergeyi aksettirmektedir. Bugün itibariyle, çok ciddi bir beyin göçü yaşayan, gençlerinin %63’ünün yurt dışı hayaliyle yaşadığı (Konrad Adenauer Vakfı Aralık 2022-Ocak 2023 arası araştırması), 500 Milyar Dolar civarında bir dış borç meblağı bulunan (T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı açıklaması), PISA araştırmasına göre eğitim seviyesinde ciddi problem olan, (John Hopkins Üniversitesi’nden Uygulamalı Ekonomi Profesörü Steve Hanke tarafından hazırlanan) “Yıllık Sefalet Endeksi’ne” göre 2022 yılında dünya genelinde 10. sırada yer alan Türkiye’yi, bu çerçevede değerlendirirsek, tesbitler şu şekilde sıralanabilir:
- Düşük kalitedeki eğitim seviyesi,
- Yüksek beyin göçü,
- Üst ekonomik sınırlardaki borç yükü,
- Ciddi boyutlara ulaşan toplumsal tabakalar arasındaki gerginlik,
- Bu gerginlikten beslenen siyasi yapılar,
- kronikleşen ve olağanlaşan halk yoksulluğu.
İnsanlar bir yönüyle bakılırsa ekonomik davranan canlılardır. Bu durum, iktisatta, “homo economicus” diye isimlendirilir. İnsanlar bir çok tercihini, ekonomik kriterler üzerinden yaparlar. Bu ekonomik şartlarda, insanların ekonomik akılla hareket etmesi beklenir. Ancak yaşananlar bunun böyle gelişmediğini gösterdi. Gerçekte yaşananlar çok çarpıcı:
Geçtiğimiz seçimlerde, muhalefet, emekli ücretlerinden bayram ikramiyesine kadar, fındık alım fiyatlarından, çiftçi mazot desteği ne kadar, bazı kalemlerde vergi indiriminden, gençlere yönelik çeşitli maddi desteklere kadar birçok konuda onlarca ekonomik vaatte bulundu. Buna karşılık seçim sürecinde iktidarın ciddi sayılabilecek akılda kalan bir vaadini hatırlamıyorum. Tek aklımda kalan muhalefet temsilcileri ve muhalefete oy verme durumundaki seçmenlere karşı bazı suçlamalarda bulunduklarıydı.
Geçen seçimlerde, büyük çoğunluğu ekonomik sıkıntıyı iliklerine kadar hisseden halkın % 52’sinin, muhalefetin ekonomik vaatlerini dikkate almadan, iktidarın söylemleri doğrultusunda oy verdiğini gördük. Ekonomik olarak yaşadıklarını ve iktidarın yönetiminde daha neler yaşayabileceklerini hiç umursamadılar. Yani bu % 52, kararlarında, ekonomi hesabı hiç yapmadılar. Diğer ifadesiyle, Ülkede, halkın irreel yani gerçek dışı hareket etmeyi seçtiğini görüyoruz. Bu durum, “Homo Economicus” anlayışının bu Ülke için geçerli olmadığının veya bu teorinin çöktüğünün bir belirtisi olabilir. Aslında bu sonuç çerçevesinde bakacak olursak, kimi insanların, ayak üzeri yahut kahvede veya eş-dost sohbetinde, akşam oturmalarında yapageldikleri akıl dışı ve açıklanamaz ekonomik açıklamaların kaynağını keşfetmiş oluyoruz.
Nihayetinde de söylenecek olan: İrreel, gerçek dışı hareket etmeyi normalleştirmiş bir toplum, kontrolsüz dolaşan bir deniz mayını gibidir. Öngörülemezliğiyle her an her şeye teşnedir.
Erdal ÇAKIR