Salı, Aralık 3, 2024
AÇIK GÖRÜŞ

Tarihe Not Düşmek Gerek -1

Mahmut Sakar

Bir yürüyüş eylediler sabahtan
Ilgıt ılgıt kan gidiyor loy loy
Dayan dizlerim dayan
Ağla gözlerim ağla
Namlu puşt olmuş, at ayağı puşt

Enver Gökçe

Bundan 62 yıl önce bugün, yani 28 Nisan 1960 yılında Demokrat Parti tarafından kurulması istenilen Tahkikat Komisyonunun kurulmasını protesto etmek amacıyla, İstanbul Üniversitesinin bahçesinde toplanılır.  Toplanan kalabalık arasında Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz de vardır. Şah damarından girip sol memesinden çıkan polis kurşunuyla öldürülür Turan Emeksiz. Şair Enver Gökçe O’nun anısına yukarıda bir dizesini verdiğim şiiri yazar. Ahmet Kaya’nın sesinden dinlediğimiz “Katlime Ferman” parçasıdır bu şiir. Nedense yürüyüşle ilgili bir yazı yazmayı düşündüğümde aklıma ilk bu şiir geldi.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra, Cumhurbaşkanlığı tarafından çıkarılan KHK ile yüz binlerce insan sorgusuz sualsiz işinden, aşından oldu. Onlarca okul ve kurum kapatıldı. Yine onlarca  televizyon, dergi ve gazetenin yayınına son verildi. İşine son verilen kamu emekçileri, yargı yolu kapalı olduğundan, elleri kolları bağlı olarak yürütmenin vereceği kararı bekledi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’den gelecek yüz binlerce dosyaya bakmayı göze alamadığındandır ki kendi geleneğine aykırı olarak ara bir formülde karar kılıp sessizliğe çekildi. Adı da kondu bu sessiz anlaşmanın. OHAL Komisyonu…Yargının yerini, kurulacak komisyon alacaktır artık. Komisyonlara dilekçeler yazılmaya başlandı. KHK ile verilen kararların yanlış verildiğini, dolayısıyla karardan dönmeleri istenir verilen dilekçelerde. Komisyona verilenlerin dışında idareye de dilekçeler yazıldı.  Hiçbir idari yazışmaya cevap verilmedi tabi ki. 30 gün içerisinde cevap verilmesi gerekirken “zimni red” uygulandı.

Ohal Komisyonu 23 Ocak 2017’de kurulmuş, çalışmalarına 22 Mayıs’ta başlamış, ilk başvuruyu ise 17 Temmuz’da almıştı. Aylar sonra ara formülle kurulmuş olan Komisyona neyle suçlanıldığı bilmeyen benim gibi insanlar, yapılan işlemin yanlış olduğunu ve bu yanlışlıktan dönülmesini istediler dilekçelerinde. Kanuni karineler de yok sayılmıştı. Suçsuzluk karinesi, “bir suçtan dolayı kovuşturulan kişinin, suçluluğu mahkeme kararıyla sabit olmadıkça suçlu sayılmamasını” ifade eder.  Birçok KHK’liye kovuşturma ve soruşturma dahi açılmamıştı ki! İnsanlar neyle suçlandığını bilmeden yazdılar dilekçelerini. Tam bir kör döğüşü…  Tam bir bilinmezler muamması…Bir gecede işinden atılanlar, yıllarca komisyonun vereceği kararı bekledi/bekliyor. Bir gecede suçlu ilan edilenler, yıllarca “Acaba hangi suçtan ihraç edildim” diye bekledi/bekliyor. Bir gecede suça bulaşmış olduğu isnadıyla işlem yapılıp, işinden olanlara, yıllarca suç bulmaya çalışıldı/çalışılıyor.

İşinden aşından olmuş onlarca insan, sürecin psikolojik baskısına dayanamayıp intihar etti. İntiharın eşiğinden dönenlerin sayısını düşünemiyorum bile. Devleti baba bilip, kendine yapılanları gururuna yediremeyip içten içe ağlayanlar, uyku tutmayıp gözyaşlarını yastıklara akıtanlar da cabası…

Yüzlerce insan işinden olduğu gibi eşinden de oldu ayrıca. Yüzlerce boşanmalarla karşılaşıldı. Ailelerinden dahi sırt çevrilenler oldu. Kelebek etkisi misali çarpanları ile birlikte milyonlarca insan etkilendi bu dramdan.

Sosyolog  Ali Şeraiti “Sizi rahatsız etmeye geldim” kitabında, rahat olan insanları rahatsız etmeli, suskunları konuşur, uysalları hareketli hale getirmeli der. Bozuk dişliye çark olunmamasını salık verir. İhraçların kendileri rahat etmedikleri gibi kimseyi de rahatsız etmediler. Ne sorguladılar ne de sorgulattılar. Ne demişti Sokrates “Sorgulanmamış yaşam, yaşam değeri taşımaz.”

Peki ya toplumun yaşanan bunca dramdan haberi oluyor muydu? Yaşanan bunca dram, insanların evine, sofrasına girmiş miydi? Televizyon programları ihraçlardan bahsediyor muydu? Gazete sayfaları bu mağdur kesimi sayfalarına alıyor muydu? Sokakta, çarşıda, pazarda, markette konuşuluyor muydu? Oysa ihraçların üzerinden altı yıl geçmiş, yedinci yılına girilmişti. Yedi yıl boyunca kentimizde, mahallemizde, sokağımızda belki de aynı binada ve kapı komşumuz olarak yaşayan KHK’li ailelerden, onların yaşadıklarından haberimiz oluyor muydu? Ne yer ne içerlerdi bunlar? Halbuki ağaç kabuğu reva görülmüştü onlara. Yoksa elbirliği ile sessizlik yemini mi edilmişti?

KHK’lilerin bir kesiminin kendini saklaması, bir nevi buharlaşması, hayalet gibi dolaşması, suçluluk psikolojisine girmesi, toplumunda sessiz kalmasının önünü mü açıyordu acaba? Ardı arkası kesilmez birçok soru… Şurası bir gerçek ki toplumsal suskunluğumuz, derin travmatik yaralara yol açtığı gibi suç ortaklarının paydaşlarını da çoğalttı.

2010 yılında Alman Tarih Müzesinde “Hitler ve Almanlar” adlı sergi açılır. Sergi, o döneme ait yaşanmışlıkları imgeleyen materyalları içerir. Serginin ana teması, Yahudi soykırımına sessiz kalan ve soykırıma katılanların sorgulanıyor olması.

Hitler Almanya’sından yıllar sonra Alman ailelerin çocukları,  anne babalarının o dönemde yaşananlara karşı sessiz kaldıklarını eleştirdiler. “Yanı başınızda onca insanlık dışı olay yaşandı ve sizler bunu görmemezlikten gelerek sessizleştiniz. Onca cinayet işlenirken gözlerinizi kapatıp, kulaklarınızı tıkadınız. Neredeydiniz?” diye sorguladılar.

Peki, ne yapmalı? V.İ.Lenin’de bu soruyu sorar ve cevap bulmaya çalışır. Örgütlenmeye önem verir. Örgütleme konusunda nitelikli olmak gerektiğini, niteliğin büyük uğraşlarla ve zaman içerisinde kazanılacağını söyler.

KHK ile ihraç olanlar, siyasilerin gündemine girmişken toplumun gündeminden uzak kalmalarını nasıl yorumlamalı? Çarpanları ile birlikte milyonlara ulaşan bu kitle neden mahallemizde, sokağımızda ve soframızda yok. KHK’liler ne yapmalı?

Not: İhraç olanlardan biri de benim. Numaram 686.

Makalenin kaynağına buradan ulaşabilirsiniz