Nurcan Aktay yazdı…Otuz Beş’in Hikayesi
Nurcan Aktay
Katliamda yakınlarını kaybeden köylüler duygularını tarif ederken “heqaret” ifadesini kullanıyorlardı. Sözcük Türkçe’deki ‘hakaret’i çağrıştırsa da daha derin bir örselenmeye tekabül ediyor Kürtçe’de. Nitekim süreç içinde sadece bazı insanların canına değil, bir milletin tüm toplumsal ve moral değerlerine ve aidiyetlerine kastedildiğini yaşadığımız acı tecrübelerle görüp anladık: Heqaret!
Roboski katliamın ilk gününden itibaren basını, sivil toplum örgütleri, yazar, çizer ve aydınıyla Türk toplumunun neredeyse tamamının siyasi iktidarla paralellik gösteren tutumundan, meselenin sadece katledilen otuz dört mazlumun ve ailelerinin değil, bütün Kürtlerin ortak meselesi olduğunu da tanıklık ederek anladık.
Katliamın aleni/uluorta yapılması ve ardından sergilenen pervasızlıklar, Kürtlere ve onlarla birlikte hak mücadelesi yürütmek isteyenlere karşı bir meydan okuma niteliği taşıyordu.
Sizi katlederiz ve bunun için hesap falan da vermeyiz, demeye getiriliyordu adeta. Bununla da kalınmıyor; Roboski’de vuku bulan “kaymakam meselesi”nde, “biz sizi katledebiliriz, ancak buna mukabil kaymakamımıza atılan tokadın hesabını çok acı ödettiririz” mesajı da veriliyordu. Heqaret!
Kaymakam olayını hatırlarsınız; katliamın üçüncü günü devletin ancak kaymakam düzeyinde köylüleri ziyaret etmesine gösterilen öfke sonrasında köydeki gençlere ilişkin gözaltı listesi olduğu söylentisi, köylüler için bir müddet köyü açık bir cezaevine dönüştürmüş, ardından gözaltına alınan, tutuklanan ve aylarca cezaevinde tutulan gençler olmuştu. Kaymakam ise kendisine atılan bir tokada karşı gazilik talebinde bulunmuştu.
Bu meselede her şey pervasız olduğu kadar orantısız da işliyor. Küçük çocuklarla sıkletli bombalar arasındaki orantısızlıkla başlayıp her anlamda öyle devam eden bir süreç.
Örneğin, katliamda hayatını kaybeden 12 yaşındaki Erkan Encu’nun karnesine öğretmeni tarafından şu not düşülebilmişti: “Derslerine daha iyi çalışmalı, başarını arttırmalısın.’’ Konuya dair görüştüğüm okul müdürü, ”Öğretmenin kötü bir niyeti yok, öğrencinin yokluğunu fark etmemiş’’ demişti.
Tüm dünyada duyulan bir katliamda hayatını kaybetmiş öğrencisinin yokluğunu fark etmez mi bir öğretmen? –Etmez.
Çünkü, devletin Kürtlere bakışının bir köy öğretmeni şahsında somutlaşmasıdır söz konusu olan.
Erkan’ın annesi Felek şöyle demişti: “Beyoğlu’nda otuz dört köpek ölse memleketi ayağa kaldıracak olanlar, öldürülen insanlara ve katırlara aldırmadan, coşkuyla yılbaşı kutladılar!”
Katliam haberlerine ilk günlerde sessiz kalan Türk medyası bu meseleyi gündemine katledilenleri ancak rakamlaştırarak aldı. Hatta ilk haberler ölü sayısını “35” olarak geçti, sonrasında bunun “35” değil, “34” olduğu(!) anlaşıldı. Rakamlar…
Kürtleri birer rakamdan ibaret gören yaklaşıma karşı; onların birer rakam değil insan olduklarını ve her birinin -kısa da sürse- birer hikâyesi olduğunu anlatmaya çalışan bir kampanya yürütmüştük. Mazlumder öncülüğünde yürütülen kampanya çerçevesinde sevgili Reha Ruhavioğlu ve sevgili Enes Atila Pay ile birlikte onların hikâyelerini yazmaya çalıştık. Bu hikayeler Avesta Yaynevi’nin desteğiyle “Roboski Mektupları” adıyla yayınlandı.
Rakamlaştırılma yaklaşımına karşın kaleme alının kitap ‘otuz dörtler’in mektuplarından oluşuyordu. Ancak, ‘’35’’in ve otuz beşincinin hikayesi var bir de! Onu yazmamıştık. Öncesi ve sonrasyla katliamın şifrelerini içinde barındıran asıl ‘hikaye’ oydu aslında.
Katliamın hemen ardından Roboski’ye varan insan hakları aktivistleri yaptıkları gözlem ve görüşmelerin ardından ortak bir rapor yayımlamışlardı. Ölü sayısını otopsi raporuna dayandıran bu raporda da ’35 rakamı’ vardı.
Söz konusu otopsi raporunda ’35. kişi’, “aidiyeti bilinmeyen kol ve bacak” olarak geçiyordu. Otopside kimlik tespitinin öncelikli bir işlem olduğunu bilmek için uzman olmaya gerek olmadığını belirtmeye gerek yok sanırım. Bir saç telinden kişinin DNA’sına ulaşmanın mümkün olduğu bir çağda, raporda kayda geçirilen kol ve bacaklarn ‘aidiyeti’ nasıl bilinemez?!
‘Hikaye’ye dönersek; cesetler otopsi yapılmak üzere hastaneye taşınacağı zaman bazıları parçalandığından yakınları tarafından çuvallara doldurularak götürülüyor. Ve otopsi yapan görevliler her bir torbayı, bir kişi olarak sayıyor. Rakamlaştırmanın da ötesinde bir durum var ortada; çuval saymak! Otopsi adı altında yapılan şey,tam olarak bu.
Otopsiyi gerçekleştiren uzmanların tavrı ile basın, kaymakam ve öğretmenin tavırları ne kadar da benzer, değil mi? Örnekler ve anektodlar çoğaltlabilir, ancak buna gerek olmadığını düşünüyorum. Zira karşımızda spesifik örnekleri aşan egemen bir devlet ve onunla bütünleşmiş bir toplum gerçekliği var.
Buraya kadar son derece aşina olduğumuz ‘hakaret’ler sonraki süreçlerde Roboskililerin tabiriyle “heqaret”e dönüştü ne yazık ki! İçeriden maruz kalınan…
Sözüm ona Roboski’ye sahip çıkan, onların mücadelesini kendi mücadeleleri olduğunu iddia eden parti ve barolar , 1100 avukatla (asıl burada rakamlardan söz edilebilir) yürüttükleri hukuki sürecin sonunda davayı “Ankara’nın karanlık dehlizlerinde” kaybetmeyi başardılar! Katliamın aleniliğinde bir alenilikle hem de. Ciddi bir açıklama yapma ve özür dileme gereği bile duyulmadan, hatta bazılarının yeniden baro başkanı, milletvekili vs. seçilerek ödüllendirilmesi suretiyle…
Katliamın üzerinden 9 yıl geçti. Geçen sürede bırakın yüreklerinin biraz serinlemesini; baskılar, gözaltılar, tehditler, kampanyalar, toplantılar, basın açıklamaları derken, ordan oraya koşturmaktan ve adalet ümit etmekten çocuklarının yasını dahi tutma imkânı bulamayan köylüler bugün yine mezarlarının başında, arşa değen çığlıklarla acılarını haykırıyorlar.
Ancak bu yıl dönümünü diğerlerinden farklı kılan şey, onlara daha önce adalet vadedenlerin onların adalet yürüyüşünün önüne koydukları bariyerle yüzleşmek zorunda kalmaları oldu.
Katliamda hayatını kaybeden Erkan’ın annesi Felek Encu’yu aradım. Hislerini tarif etmekte zorlandığını söyledi ve ekledi ‘’Beni en çok yıpratan şey davanın Kürtlerin eliyle sümenaltı edilmesi oldu.’’ Bu durumda payı olanların her yıl dönümünde olduğu gibi, Roboski’ye gidip destek vadetmeleri; oraya gitmeyenlerin ise sosyal medyadan ‘’Unutursak kalbimiz kurusun, hesap soracağız’’ demelerinin yarattığı ağırlık çöküyor ister istemez insanın sesine…
Hikâyedeki öğretmen, haberci, doktor ve daha ötesinde katliamın failleriyle aynı tarafa düşmek… Örtbas ederek ikincil derecede failleşmek hatta.
Orantısızlık mı demiştik?
Felek güçsüzlüğünü, çaresizliğini anlatmak için “kolsuz kaldık” dedi, bugün. ‘35.’ çuvalın içindeki ‘’aidiyeti bilinmeyen kol ve bacak’’ geldi o an aklıma; tüm cenazelerin defninden sonra bir mezarda ‘kolsuz kalan’ bir gövdeyle buluşan…
‘Otuz beş’in hikâyesi Felek’in kolsuz bırakılmasının da hikayesidir aslında ve fazlasıyla ‘heqaret’ içerir…