Eğitim Sen Genel Başkanı Prof. Kurul: İnsanları Harekete Geçirecek Şarkıları Bulacağız
Korkutma ve gözdağının yönetme biçimi haline geldiğini belirten Eğitim Sen Genel Başkanı Prof. Dr. Nejla Kurul, “İnsanları harekete geçirecek şarkıları bulacağız, bilimle, sanatla, siyasetle ve sevgiyle; hayatı eşitlik ve özgürlük temelinde yeniden inşa edeceğiz” dedi.Koronavirüs (Kovid-19) pandemisiyle Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz halinin eğitime yansımaları sürüyor. Pandemiyle birlikte çoğu ülkede eğitime ara verilirken, Türkiye’de uzaktan eğitim sistemine geçildi, var olan fırsat eşitsizliği had safhaya ulaştı. Pandemi öncesi okullar arası eşitsizlik tartışması, şimdilerde uzaktan eğitimle birlikte evler arasındaki eşitsizlik tartışmasına dönüştü. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNİCEF) raporuna göre, dünyada 463 milyon çocuk pandemi nedeniyle okulların kapanmasının ardından uygulanan uzaktan eğitime erişim sağlayamadı. Türkiye’de ise 18 milyona aşkın öğrenciden 7 milyon 695 bin öğrenci uzaktan eğitime katılamadı. Türkiye’nin bir üretim yordamı olarak benimsediği kapitalist sistem için toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliklerin sorun teşkil etmediği yorumunu yapan Eğitim Sen Genel Başkanı Prof. Dr. Nejla Kurul ile eğitimde giderek derinleşen eşitsizliği, eğitim sistemini, çıkış yolunu ve sendikal mücadeleyi konuştuk.
Eğitim Sen’in yeni yönetimi belirlendi. Sendika olarak yeni dönemde yol haritanızda neler var?
Belirlenen asgari ücret, onurlu bir hayatı sürdürebilecek bir ücret olmadı. Belki önümüzdeki dönemde asgariyi değil, azami gelir ve serveti tartışmalıyız. Çünkü burada ciddi anlamda sorun var. İnanılmaz bir kesim ciddi bir biçimde zenginleşirken, asgari ücretin belirlenmesi için günlerce tartışılıyor. Dolayısıyla Türkiye’de yeni bir gelir bölüşümü politikasıyla tüm insanların onurlu yaşayabileceği bir ülke kurabiliriz. 2021 yılının buna vesile olmasını diliyorum. Biz de eğitim ve bilim emekçileri olarak, kendi özgün sorunlarımıza kuşkusuz bakıyoruz. Ama yaşadığımız ülkede; emek, demokrasi ve barış mücadelesi için de tüm demokratik kitle örgütlerinin sorumlulukları var. Bu nedenle Eğitim Sen, önümüzdeki dönem de tüm tarihi boyunca olduğu gibi demokrasi, barış ve emek mücadelesini eklemleyerek, daha bütünleşik bir hat izleyerek sendikal mücadelesini sürdürecek. Çünkü Türkiye ne kadar demokratik, sosyal ve laik bir cumhuriyet olur ve hukuk devleti niteliğine ne kadar çok bürünürse, Eğitim Sen gibi diğer sendikaların da nefes alabileceği rahat bir çalışma ortamı yaratılabilir. Diğer yandan ekonomik, sosyal, kültürel ve politik pek çok hak ve özgürlükler konusu da gündemimizde. Hala sürgünler, açığa almalar ve bakanlık iradesiyle ihraçlar devam ediyor. Dolayısıyla bir eğitim emekçisi kıyımı söz konusu. Bunun önüne geçmek üzere politikalarımızı yürüteceğiz. Eğitim alanı 50 milyona yakın nüfusu ilgilendiriyor. Bu nedenle eğitime dair sorunlara ilişkin mücadele zaten sürekli masamızın üzerinde duran bir konu. Öte yandan içinde yaşadığımız coğrafyayı ekolojik zeminde rahatlatmak, ekoloji mücadelesine bu bağlamda destek vermek yine Eğitim Sen’in önüne aldığı konulardan birisi. Bizim bazı ilkelerimiz var. Parasız, anadilde ve bilimsel bir eğitim son derece önemli. Toplumsal gerçeklik neyse, o gerçeklikten hareket ederek, o gerçekliğin üzerinden daha iyi bir hakikat inşa edebiliyorsak, bunun için mücadele etmek gereği son derece ortada. O yüzden Türkiye’de insanların kendilerini güven içinde hissettikleri, sürekli olarak güçlendikleri bir ülke için Eğitim Sen olarak elimizden gelen çabayı göstereceğiz. Eşit, özgür ve barış içinde bir toplum inşası için çaba göstereceğiz.
Pandemiyle birlikte Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz halinin eğitime yansıması nasıl oldu?
Eğitim alanı, sağlık gibi her evin içinde etki yaratır, her evin içinde olanlardan da etkilenir. Her ikisi de kamusal biçimde ürettiğimiz ve tükettiğimiz toplumsal üretim alanlarıdır. Türkiye içinde hane halklarının yaşadığı her sorunun eğitim alanında bir karşılığı vardır; eğitim emekçileri bilinçleri ve duyarlıkları ölçüsünde bu sorunların okula ve dersliğe yansımalarını hissederler. Örneğin on milyona yakın işsiz, resmi ve resmi olmayan verilere göre on milyon civarındaki asgari ücretle geçinenler, hayat pahalılığı karşısında satın alma güçleri giderek düşen kamu emekçileri, iflas etmiş ya da ekonomik olarak zor durumdaki üç milyon civarındaki esnaf, küçük çiftçiler ve mevsimlik tarım işçileri, çocukları yoluyla eğitim ve bilim emekçileri ile etkileşirler. Eğitim emekçileri de geliri giderek düşen emeğin orta katmanları olarak yoksulluk sınırının altındaki ücretleriyle ekonomik ve siyasal krizin farkındadırlar.
Kriz en çok kimleri etkiliyor?
Gerek ekonomik ve siyasal gerekse doğal afetler ve salgınlar ilk olarak yoksul haneleri vurur en çok. Çünkü kapitalizm yarattığı eşitsizlikler, ayrımlar ve hiyerarşiler yoluyla toplumun mahzeninde yaşayan insanların krizlerle başa çıkabilmesinin önüne sosyal olarak inşa edilmiş yeni engeller koyar. Kovid-19 salgını; doğanın insan karşısında ikincilleşmesiyle, insanın doğa karşısında efendi olmasıyla, doğanın ve insan-olmayanların yaşam alanlarına kar arzusuyla hoyrat biçimde girilmesiyle ortaya çıktı. Şimdi Kovid-19, insanlar arasında yapay biçimde yaratılmış hiyerarşilerden besleniyor. İktidarlar ekonomiyi önceleyerek ‘sosyal güvenceli’ bir 28 günlük tam kapanma politikasını izlemiyorlar, yani toplum sağlığı öncelenmiyor. Çalışmak zorunda olan milyonlarca emekçi Kovid-19’la karşılaşma riskiyle karşı karşıyalar. Kovid-19 salgınından en çok emeğinden başka hiçbir mülkiyeti olmayan toplumsal sınıflar etkileniyorlar. Buna koşut olarak hem eğitim hem de sağlık hizmetinden en az yararlananlar yine bu toplumsal kesimler.
AKP’nin eğitim sistemi pandemi döneminde ihtiyaçları karşılayabildi mi?
Salgından önce kamusal hizmetlerin niteliğini denk hale getirmek amacıyla daha çok okullar arası eşitsizliklerden ve okulları birbirine denk hale getirememekten söz ederdik. Bu sorun hala var. Şimdi ise evlerdeki eşitsizliklerden söz ediyoruz. Salgın sürecinde sağlık sistemindeki çöküş, adeta 24 saati hastanelerde geçen sağlık emekçileri sayesinde kamuoyu tarafından anlaşılamıyor. Eğitimdeki çöküş ise evlerinde saatlerce ekran karşısında duran, öğrenci ve velilerle sürekli görüşmeler yapan eğitim ve bilim emekçileri nedeniyle anlaşılmıyor. Milli Eğitim Bakanlığı, kapsamlı ve detaylı bir araştırma yapmadığı için ya da yapmış olsa bile paylaşmadığı için salgının eğitime erişimi ne kadar ve nasıl etkilediğini bilmiyoruz. Ancak kimi açıklamalar ve bilgiler yan yana geldiğinde; milyonlarca öğrencinin uzaktan eğitime erişemediğini, uzaktan öğrenme süreçlerinden koptuğunu, fiili olarak eğitimin dışına itildiğini biliyoruz. İnternet erişimi, tableti, bilgisayarı, akıllı telefonu olmayan milyonlarca çocuktan söz ediyoruz. Bir de 30 milyar dolar harcanan başarısız ‘FATİH projesini’ anımsamalıyız.
Çocuklar uzaktan eğitim sisteminde nelerden eksik kaldı? Neleri yitirdi? Nasıl etkilendi?
Okul ve öğrenme süreçlerinden kopuşun çok ciddi olduğu öğrenci grupları var. İşsizlik ve artan yoksullaşmanın etkisine maruz kalan çocuklar, çok çocuklu ailelerdeki çocuklar, kentten uzak yerlerde/kırsal bölgelerde yaşayan çocuklar, evdeki toplumsal cinsiyet kalıpları nedeniyle ev içi çalışma süreçlerine daha çok maruz kalan kız çocukları, anadili Türkçe olmayan çocuklar, özel gereksinimli çocuklar, mülteci çocuklar, çalışan çocuklar… Araştırmalar yapılmayınca eğitim alanı önüne kalın bir perde çekilmiş gibi… AKP-MHP iktidar bloğunun eğitim alanında alınacak önlemleri 2021 bütçe tasarında bile ortaya koyabilmiş değil, MEB bütçe gerekçesi ve sunuşunda sanki salgın koşulları yokmuş gibi davranılmış. Bu dönemde özel okullar ve özel ders alan çocuklarla, ağır aksak giden devlet okullarındaki çocukların bilgi ve becerileri arasındaki makas çok açıldı. Siyasal iktidar, salgın koşullarında yüz yüze eğitim için gerekli koşulları sağlamak üzere hiç esastan bir çabanın içine girmedi. Derslik yapımı, öğretmen ve destek personeli istihdamı alınması gereken en önemli önlemler arasındaydı, ama ciddi bir çaba görülmedi. Eğitim gereksinmeleri öylece bekliyor. Çocuklar, öğretmenleri ve arkadaşları ile çok uzun zaman karşılaşamıyorlar. Kültürel ve ekonomik sermayeleri birbirinden çok farklı evlerde az sayıda kişi ile etkileşiyorlar. Küçük evlerde sessiz bir köşe bulamayan milyonlarca çocuk var.
Bu krize neden olan etkenlerin temeli Türkiye’de ne zaman atıldı. Eğitim sisteminin bugün krizlere cevap veremeyen, sınıfsal eşitsizlikleri derinleştiren bir hale gelme sürecinde nelerin payı var?
Türkiye bir üretim yordamı olarak kapitalizmi benimsemiş bir ülke. Toplumsal sınıfların varlığı ve bunlar arasındaki eşitsizlikler bu sistemde bir sorun teşkil etmiyor. Adeta ekonomik olarak güçlülerin, biyolojik olarak da sağlıklıların hayatta kalabileceği peşinen kabul edilmiş durumda. Yani bir sosyal Darwinizm anlayışı egemen. Kuşkusuz toplumun üyelerinin büyük bir kısmının mücadelesiyle sınıfsız bir toplumun mümkün olabileceğini de biliyoruz. Tarihsel kapitalizmin çeşitli dönemleri var. Örneğin sosyal devlet politikalarının uygulandığı dönem; eğitim ve sağlık gibi kolektif mal ve hizmetlerin eşit/denk biçimde, toplumun tüm kesimlerinde adil biçimde tüketilmesinin kamu yararı açısından önemli olduğu bir dönem. 12 Eylül 1980 sonrasında uygulamaya konulan neoliberal politikalarla eğitim ve sağlık alanlarının da sermaye birikim alanı olarak değerlenmesine yol açacak politikaların önü açıldı. Bu politikaların en inceltilmiş ve parlatılmış biçimi son 18 yıldır iktidarda olan AKP ve MHP’li dönemde uygulamaya geçirildi. Siyasal iktidar her döneminde daha da otoriterleşti, aksi halde bu politikaları hayata geçirmesi mümkün değildi. Şimdi artarak zenginleşen beş şirket ve yandaşları ile artarak yoksullaşan ve mülksüzleşen emekçiler arasındaki ayrım çarpıcı biçimde ortaya çıktı.
Diğer yandan din dersleri dayatılmaya devam ediyor ve uzaktan eğitimde bile 10-11 yaşındaki kız çocuklarına öğretmenler baş örtmelerini dayatıyor. Ama buna karşı çok fazla tepki de verilmiyor. Artık bize dayatılan “zorlar” normal mi geliyor? Siz nasıl yorumlarsınız?
Zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinin çok uzun zamandır “zorunlu olmaması gerektiği” üzerine düşünen kişiler baskı altına alındı. Baskılar insanları ürküttüğü için 10-11 yaşındaki kız çocukları başlarını örtmeye teşvik ediliyor ya da zorlanıyorlar. Bu olguyu gözleyen öğretmenler ve velilerin daha üst perdeden “laikliği savunmaları” gerekiyor. Büyük yapısal mücadeleler mikro alandaki mücadelelerle desteklenmeli.
Pandemi sürecinde üniversiteler de dahil olmak üzere eğitim-öğretim süreci uzaktan yapıldı. Video konferansta yayını açık unutan Gazi Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Orhan Acar öğrencilerine sözlü tacizde bulundu. Sakarya Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu ise üniversiteler için “fuhuş evleri” dedi. Bu durum siyasal iktidarın politikalarından bağımsız değerlendirilebilir mi?
Yaşamın her alanının piyasalara açıldığı neo-liberalizm, siyasal İslamcı ve milliyetçi politikalar otoriterleşmeyi de mutlaka yanına alarak birlikte yol alıyorlar. Başka türlü Türk-siyasal İslam sentezci bireyciliği üretemezler. Sosyal medyaya yansıyan bahsettiğiniz olaylar, otoriter ve ahlakçı bir anlayışla üniversitelere yaklaşıldığını gösteriyor. Ekonomik olgular söz konusu olduğunda ‘git başının çaresine bak!’ denilebilirken, üniversite öğrencilerinin cinsiyet ayrımı gözetmeksizin arkadaşlıkları, birlikte öğrenme ve eğitim çalışmaları ahlak polisliği bakışından istenmeyen olgular olarak görülüyor. İlkokullar, ortaokullar, liseler ve üniversitelerde eğitimin demokratik bileşenleri bu çağdışı çıkışlara enerjik ve güçlü tepkiler vermezlerse bu yaklaşımlar yeni normal hale gelir.
Sizi aynı zamanda akademideki kimliğinizle de tanıyoruz. AKP milletvekili Hacı Ahmet Özdemir bütçe görüşmeleri sırasında Türkiye’de 2002 yılında 53 olan üniversite sayısının 129’a çıkardıklarını belirtti. Bu üniversitelerin nitelik bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üniversiteleri bölüp parçalayarak “tabela üniversiteleri” veya dört duvar üniversiteleri açarak gerçek üniversite işlevi ve işleyişi yaratılamaz. Üniversite özgür bilim insanları, özgür öğrenciler ve güçlü destek personel ile toplumun bilgisini üretebilir ve bu bilgiyi toplumsallaştırabilir; siyasal iktidarları kamu yararına politikalar için zorlayabilir, uyarabilir. Binlerce öğretim elemanı üniversitelerden istihbarat birimlerinin gizemli verileri ve sosyal medya paylaşımları ile süslenmiş “kurum kanaati” ile ihraç edilirken, parmağını kımıldatmayan hukuk fakülteleri olduğuna tanık olduk. Hukukun en temel ilkeleri çiğnenirken, bu mekânlardaki sessizlik çok can acıtıcı idi. Üniversiteler, tarihinin hiçbir döneminde haksızlıklar ve hukuksuzluklar karşısında bu kadar uzun süre sessiz, dilsiz, görmeyen, duymayan ve dokunmayan halde olmadı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında yapılan tasfiyeler üniversiteyi felce uğrattı. Yine de üniversitelerdeki üretimsizlik, güvensizlik, bireycilik, korku ve yalnızlık kuyusundan çıkmak mümkün. Üniversitede sağduyulu ama susturulmuş, topluma karşı ödevlerinin bilincinde ama üniversite yönetimleri ve siyasal iktidar tarafından baskılanmış olan binlerce öğretim elemanı, eğitim ve bilim emekçisi var. Üniversite öğrencileri arasında karşı karşıya kaldığı baskılardan rahatsız yüz binler var. Salgın koşullarında üniversite yaşamı bildiğimiz biçimde sürmüyor. Üniversite öğrencileri uzaktan eğitimin gerektirdiği teknolojilerine sahip değiller. Öğretim elemanlarına el yazısı ile yazılmış ödevler yolluyorlar. İnternet erişimi olmayan, bilgisayarı olmayan, akıllı telefonu olmayan üniversite öğrencileri var. Bununla birlikte öğrencilerimiz bu süreçten güçlü bir yaşam enerjisi ile çıkacaklar ve demokratik bir üniversite mücadelesi vereceklerdir diye düşünüyorum.
Bir yazınızda “Üniversitelerin uzun zamandır söz hegemonyasını yitirdiğini” söylüyorsunuz. Buna neden olan koşulları nasıl okumak gerekiyor? Tüm topluma dayatılan korku ortamının bunda payı var mı?
Üniversiteye ya da toplumsal yaşama dair politika üretmek; konuşmak, tartışmak ve yazmak edimleri ile olur. İktidarın öfkesine maruz kalmamak için kendisine sürekli sansür uygulayan, düşüncelerini özgürce ifade edemeyen, söylemini sürekli azaltarak riskten kaçınan, öğretim elemanları eğitim ve araştırma zemininde görünmez olurlar. Yani akademisyenler çok ileri düşüncelere sahip olsalar bile, bir ifade problemi ile karşı karşıyadırlar. Bu durumda söz hegemonyası iddiası da ortadan kalkmış olur. Türkiye’de çeşitli araçlarla korkutma ve gözdağı verme bir yönetme biçimi olmuştur. Kendini ifade edemeyen akademi, varoluşunu salgın koşullarında olduğu gibi “hayatta kalma”ya indirgemiş olur. Ama yaşam “hayatta kalma”nın çok ötesinde bir fazlalık taşır.
İktidar, dayattığı korku ortamın aynı zamanda “yasal çerçevelerle” de sürdürmek niyetinde olduğunu son çıkan kanun teklifleriyle de gördük. En son derneklere kayyım atamanın önünü açan ve avukatlara muhbirliği dayatan kanun teklifi de Meclis’ten geçti. Ne hedefleniyor?
Siyasal iktidarın hem ekonomik hem politik hem de uluslararası anlamda bir sıkışmanın içinde. Burada siyasal iktidara “ülkeyi yönetemiyorsun” diyen muhalefet cephesinde bir güçlük, sorun var. İktidar da büyük ölçüde buradan cesaretleniyor. İktidar, Türkiye’nin eşit, özgür toplum düşlerinin konuşulmadığı bir Türkiye yaratmak için sürekli olarak yeni düzenlemelerle korkuları yeniden yeniden yaşatacak, hissettirecek manevra alanları buluyor. Yine bir torba yasa var. Adı da algı yönetimine uygun: Kitle İmha Silahlarının Yayılmasını ve Finansmanının Önlenmesi. Kim karşı çıkabilir ki bu başlığa. Ne var ki bu yasa Anayasa’ya aykırı pek çok hüküm içeriyor. Örneğin demokratik toplumun temel taşını oluşturan dernek özgürlüğüne ilişkin sınırlama ve yasaklar getiriyor. Yasa ile yargı kararı olmaksızın dernekler “terör faaliyeti” ile suçlanarak faaliyetine son verilebilecek, yöneticileri görevden alınabilecek, kayyım atanabilecek. Bu yasa 18 yıllık AKP iktidarının fotoğrafıdır. Avukatlık mesleğinin özü sır saklama yükümlülüğünü beraberinde getirmesine karşın mesleğin doğası ile oynuyorlar. Anımsarsınız “muhbir vatandaş” düzenlemesinden sonra “ihbarcı avukat” düzenlemesi de getiriliyor. Devlet alanının aynılaştırılması yetmiyor, sivil toplumda iktidarın tanımladığı biçimiyle “yerli-milli” bir aynılaştırmayla dernekler iktidarın hedefleriyle uyumlu hale getirilmek isteniyor. Derneklerin devletleştirildiği, insanların devlet talimatlarıyla düşündüğü ve konuştuğu bir ülkede yaşamak çok zor olacaktır. Herkes aynı olunca konuşmaya gereksinme var mıdır? Onurlu, anlamlı ve değerli bir yaşam için farka gereksinme vardır. Bunların ortadan kalkması için yine tüm toplumsal güçler olarak mücadele etmeyi sürdüreceğiz.
OHAL komisyonunun görev süresi bir yıl daha uzatıldı. Sonuçlandırılmayan binlerce dosya varken, bu komisyonun varlığını sürdürüyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu Türkiye’de yaratılmak istenen korku kültürünün bir başka yönü. OHAL koşulları sürüyormuş duygusunu vermenin bir başka aracı. İktidar bundan yararlanıyor. Korku en eski yönetme araçlarından birisi. OHAL Komisyonu‘nun süresi bir yıl daha uzatıldı. 23 Ocak 2017 günü 685 sayılı OHAL KHK’si ile iki yıllık süre içinde kamudan ihraç edilmiş yüz binlerce kamu emekçisinin ihraç başvurularını değerlendirmek ve karar altına almakla görevlendirilmiş olmasına rağmen, aradan neredeyse dört yıl geçmiş olmasına karşın komisyon hala 16 bin 50 dosyayı karara bağlamadı. Karara bağladığı dosyaların yüzde 88,5’ini ise ret etti. Komisyon, adaleti geciktirdikçe hem oyalama hem de cezalandırma komisyonu olarak işlev görüyor. Hala karara bağlanmayan 16 bin 50 başvurunun 2 bin 630’u KESK’lilere ait. Komisyonun son aylarda çok bariz şekilde oldukça az sayıda dosyayı karara bağlaması ise manidardır ve iktidardan buna dair talimat aldığı şeklinde yorumlanmaktadır.
Bir yazınızda Marx’ın “oldukları yerde donup kalmış koşulları kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız” sözüne vurgu yapmışsınız. Türkiye şuan böyle bir zorlama zemini var mı?
Bugün iki gazeteci arkadaşım sokaktan geçen insanların asgari ücret hakkındaki görüşlerini almaya çalışıyordu. Kimse konuşmak istemiyordu, muhabirler çok şaşırmışlardı, kimse etrafından gelen etkileri tepki vermiyor, robotlar gibi hareket ediyorlardı. Öfkeli, gecikmiş, düşünceli, görmeyen, duymayan, hissetmeyen insanlar akıp gidiyor etrafımızdan. Bu sahne Marx’ın sözünün zemini yokmuş yanılsaması yaratıyor. Siyasal iktidarın “böl-yönet”, “kültürel istila” ve “boyun eğdirme” politikası insanlar arasında ciddi bir kutuplaşma yarattı. Oysa yeniden yan yana gelip; birlikte dans etmeyi, mücadele etmeyi örebiliriz. İnsanlar içinde yaşadıkları koşullar ne kadar kötü olursa olsun, yaşamın çağrısına kulak veriyorlar, yaşamın sevincini bir şeylerde buluyorlar. Kapitalizmin kuralları, devletin ve ataerkinin kodları öylesine yoğun işliyor ki bedenler kaskatı hale geliyor. İnsanları harekete geçirecek şarkıları bulacağız, bilimle, sanatla, siyasetle ve sevgiyle; hayatı eşitlik ve özgürlük temelinde yeniden inşa edeceğiz. Ama şimdi, şuanda başlamak üzere bu mücadeleyi örersek, her birimiz parmaklarını bir miktar kıpırdatıp, yüreğini, zihnini bir miktar daha parlatır, öfkesini örgütlemenin yeni yol ve yöntemlerini bulabilirse, hep birlikte yaşayabileceğimiz, ortak bir geleceğin eşit ve özgür Türkiye’sine ulaşabiliriz. “Eşit özgür barış içinde nasıl yaşayabileceğimiz” sorusu üzerinde düşünmeden eşitsizlikleri külliyen ortadan kaldırmak mümkün değil. Geleceğe dönük hedeflerimiz, amaçlarımızın bugün içerdiği karşılıkları olmalı. Gelecek hayallerim, bugün yapabildiklerimi etkilemeli. Ancak bu koşullarda güçlü, toplumsal bir mücadele örebilir ve kapitalizmin bizlere yaşattığı -hiç hak etmediğimiz- krizlerden kurtulacak bir toplumsal arayış içerisinde olabiliriz.