Depremzede Emir Komşumuz
O gün işten çıkıp eve geldiğimde, komşumuz Emir abinin içerisinde gıda malzemeleri olan bir koli getirdiğini, eşiminse kolideki sadece kuru gıdalardan bazılarını bırakmasını, diğerlerini ise geri götürmesini istediğine şahit oldum. Burası Depremzedeler için inşa edilmiş Prefabrik türü konutlar ve köy evleri ile birlikte otuz-kırk haneli bir mahalle idi.
Sakarya ve Düzce depremlerinin üzerinden daha birkaç ay geçmişti ki ben bir anda deprem bölgesine tayin olmuştum. Aslında tayin yerim burası değildi. Meslek büyüğümüz ve aynı zamanda amirimiz olan çok kıymetli bir büyüğümüzün “Burada senin hizmetine ihtiyaç var” ricasını emir telakki edip, gönüllü olarak tayin yerini değiştirmiştim. Kız kardeşimin de burada ikamet etmesi; her ne kadar kardeşim depreme gece evinde yakalanıp, Rabbimin esirgemesiyle enkaz altından kurtulmuş olsa da, ailemi daha kolay ikna etmeme vesile oldu. Ancak kardeşimin oturduğu yer şehir merkezine daha yakın ve kamu görevlileri için inşa edilen prefabrik konutların bulunduğu ve enkazın hızlı bir şekilde temizlendiği daha derli toplu bir mahalle idi.
Arabaya binip on, on iki km. uzaklıktaki müstakbel işyerimin olduğu mahalleye girdiğimde filmlerde izlediğim, adeta savaş sonrasını andıran binalar ile karşılaştım.
Her taraf yıkılmış, yan yatmış, balkonları saçakları yıkık-dökük binaların olduğu harabe bir yer. Arabanın içinde ailemde vardı ve en büyük endişem onlar olup, içimden “buralarda nasıl barınacağız” derken sakin olmaya gayret gösteriyordum. İnsanlar ayakta kalan tek katlı birkaç binanın dışında, yıkıntılardan uzak derme çatma barakalar ve çadırlarda yaşıyordu.
Deprem felaketi sonrasında yıkılmış yerle bir olmuş şehirdeki enkazın altında can verenler, sakat kalanlar, maddi olarak her şeyini kaybedenler olduğu gibi bu felaketin Anne-Babayı evlattan, evladı kardeşten eşten dosttan ayırması neticesi ömür boyu sürecek manevi yıkımı ise katlanılır gibi değildi.
Maddi olarak o güne kadar tüm kazanımlarını kaybeden depremzedeleri ise bu yıkıntılar içerisinden ganimet arayan insan kılığındaki “Hırsız Canavarlar” ise daha derinden yıkmıştı.
Prefabrik konutların ise çok lüks olduğunu öğrenmem çok uzun sürmedi.
Mehmet Çetin’in;
“Buralar yok yoksul, buralarda akşamlar ayaz.
Buralara ne kimse geliyor, ne yaz.
…
İnsan insanlarına olmalı, taşına toprağına olmalı,
İnsan vatanına olmalı uşak”
Dediği gibi bazı zorluklara katlanmam gerekiyormuş.
Birkaç gün sonra işyerini ziyaret ettiğimde çok sıcak karşılanmakla birlikte çalışanların yüzündeki mutsuzluğu ve endişe dolu ifadeleri görmemek mümkün değildi. Yeni inşa edildiği belli olan İşyerinin ve Lojmanların olduğu binalar ayakta olmakla birlikte hafif hasarlı olduğu ve güçlendirme yapılarak kullanılır hale getirileceği söylenince biraz rahatladım. Ancak işyerinde Lojmanda oturanlar ile sohbet koyulaştığında, binaların yeni olmakla birlikte güçlendirme yapılsa dahi Lojmanda oturmayacaklarını, hatta bazılarının zorunlu olmayan eşyalarını dahi almaya evlere girmediğini duyduğumda lojman hayalimde suya düşmüştü.
Deprem felaketinin yaşandığı şehirde çalışıp yaşamaya başlamıştık. Lüks dediğim o prefabrik deprem konutlarından birisine sahip olduğum için ise şanslıydım. Emir ağabey ise depremde parçalanmış bir ailenin ferdi olup, prefabrik mahallemizdeki kapı komşumuzdu. Getirdiği gıda kolisi ise depremzedelere verilen gıda yardımıydı. “Siz her gün beni gözetip yemek veriyorsunuz, ben bunları kullanamıyorum siz alın” dediği koliden bozulması muhtemel birkaç kuru gıdayı alıp gerisini sen kullanırsın diyerek kırmadan iade ettik.
Takip eden günlerin soğuk bir akşamında iş çıkışı eve geldiğimde eşim, “akşam yemeğini Emir abi ile yiyeceğiz” dediğinde hiç de hoşnut olmamıştım. Daracık evimizde yemek tabaklarının zor sığdığı küçücük masamızda üç kişiydik. Emir abinin çatlamış ellerinden çıkmayan siyah ve kahverengi yoğunluktaki boya lekeleri onun ayakkabı boyacılığı yaptığını hemen belli ediyordu.
Burada herkesin bir hikayesi vardı. Emir abinin ise engelli bir çocuğu ile yaşadığını; ayrıntıları geçerek, hayatın onu parçalanmış ailesinden kalan engelli bir kız çocuğuyla yaşamak zorunda bıraktığı hüzün dolu hikayesini birkaç komşusu biliyordu. Depremden sonra ise yeme, içme barınma gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamada güçlük çektiği hayatının maddi yıkımından ziyade, manevi olarak kendini ayakta tutan en büyük yaşama sevinci, yetişkin birisi olmaya başlayan engelli kızından ayırması idi. Şehirdeki sosyal hizmetlere ait binaların yıkılması sonucu buralarda barınması gereken ihtiyaç sahipleri bireyler civar illere yerleştirilmişti. Emir abi ise “nasıl yapacak benim kızım oralarda tek başına” dese de biricik kızı Ankara’daki sosyal hizmet birimlerinden birisine yerleştirilmişti. Yemek masasından başka oturacak yerimiz olmadığı için sohbetimize burada devam ederken, genelde kendisi konuşuyor ben dinliyordum. İstemeyerek oturduğum yemek masasında hayat hikayesini dinledikçe, hem kendimden utanıp hem de kendime kızıyordum. Hayatın altında ezilmiş o küçücük bedeninde taşıdığı güzel yüreğinden dökülen kısık sesi ile çok şey anlattı ama, Emir abinin: “Aslında boyacılık yapmama, çalışmama gerek yok, çünkü benim tüm ihtiyaçlarımı karşılıyorlar ancak kızım işte deyip iç çekerek; onu görmeye gitmem lazım, ufak tefek ihtiyaçlarını karşılamam lazım. Ben onun için ayakkabı boyacılığı yapıyorum. Ankara’ya gidiş geliş yol parası ile kızımın ihtiyaçlarını karşılayacak para biriktirdiğimde hemen gidiyorum. Onu daha çok görmek istiyorum ama bir defa gidip gelmek için bir ay çalışmam gerekiyor” dediğinde yüreğimin kabardığını, dişlerimi sıktığımı ve kendimi zor tuttuğumu fark ettim. Bir şeyler söyledim ama söylediklerimden ben teselli olmadım ki Emir abinin yanık yüreğine faydası olsun.
Deprem felaketinden sonra birçok acı dolu hikayelere şahit olmuştum ama kapı komşumun anlattıklarından sonra, halimi dilime “Gözyaşlarım yüreğime aktı da yinede sönmedi yürek yangınım” diyerek döktüğüm bu suskun şehir daha ne acı hikayelerle doluydu.
Sonraki günlerde biz sağlam kalan iki katlı bir binada tahsis edilen lojmana taşındık ama elimden geldiğince, dilimin döndüğünce Emir abiyi unutmamaya ve ulaşabildiklerime unutturmamaya çalıştım.
Her şehre çıktığımda Emir abinin şehrin en kalabalık yeri olan meydandaki park ve içerisindeki çay ocağının etrafında rızkını aradığını, herhangi birisinin ayakkabısını boyatmak için gelmesi veya çağırdığında sevinç ile koşuştururken, her yaptığı boyadan aldığı küçük bir paranın onu kızına bir adım daha yaklaştırdığını bu kalabalıktan kaç kişi biliyordu?
Tıpkı yıllar sonra bizim uğrayacağımız KHK felaketindeki etrafımızın duyarsızlığı gibi.
Bizim yaşadığımız Deprem felaketi ise daha acıydı. OHAL uygulamaları ve KHK lar ile devletin tüm gücünü arkasına alan bir ekip hayatımızı yerle bir edip enkaz haline dönüştürüp bizi de enkaz ve yıkıntılar arasında bırakmıştı. Kimimiz canıyla ödemiş, kimimiz yaralı ve sakat kalmış ekseriyetimiz ise enkaz altından kurtulmakla birlikte, bu enkaz yığınının etrafında hayatımızı da idame ettirmeye çalışıyorduk.
Depremin yıkıntıları altından kurtulup sağ kaldığına sevinen, her şeye rağmen hayata tutunan bu insanı hiç unutamadım ama bende bir felaket yaşadığımda, üzerimize karabasan gibi çöken OHAL uygulamaları ve hayatımızı yıkıma uğratan KHK’lar en büyük felaketimiz olduğunda bende Emir abinin yaşanmışlığına ortak olup en büyük depremzedelerden birisi oluverdim. KHK felaketi adeta deprem hızıyla tüm yaşantımızı alt üst edip, bizi yokluğa ve takip eden süreçte adeta sivil ölüme mahkum ederken toplumun duyarsızlığı yaşantımızı daha da çekilmez hale getiriyordu.
Deprem felaketini ister bir kaçınılmaz doğa olayı, isterseniz yaratanın bir afeti olarak kabul edin, her iki durumda da önüne geçilemez bu felakete maruz kalan insanlara toplumun ekseriyeti yardımcı olup yaraları sarmaya çalışır. Yardımlaşmayı ister hümanist bir yaklaşımla, isterse inanç değerleri üzerinden yapmış olsunlar neticede insani, ahlaki ve yaradanın rızası için yapılan yardımlaşma ve dayanışma faaliyetleridir.
Peki biz KHK mağdurlarının yaşadığı felaket ve buna toplumun tepkisi ne olmuştu?
Allah’ın gazabına ellerini açıp biz ne yaptık da bu felaket başıma geldi diye feryat eden toplum, on binlerce masumu bir gecede adeta sivil ölüme mahkum eden zalim uygulamalara ve zulme sağır, kör, dilsiz kalmıştı.
Aynı coğrafyada aynı bayrak ve eşit vatandaşlık şartları içerisinde yaşarken, yaradanın değil de bir kulun, kendi siyasi ikbali için hasım bildiklerini şeytanlaştırıp sivil ölüme mahkum eden bir grubun gazabına uğramıştık.
Tüm bunlar yaşanırken ben devletim diyenler ise şehri bizim yıktığımızı ve fırsat verilirse Ülkeyi’de yıkacağımızı söyleyip, yıkıntılar içerisinde bize bırakılan alana kimsenin yaklaşmasına müsaade etmiyorlardı. Vicdan sahibi bir kaç kişi çıksa da evini barkını yıkıp, hayatını zindana çevirip onu da bizim yanımıza göndererek, bir daha kimsenin buna cüret etmemesini tüm acımasızlıkla haykırıyorlardı. Ahalinin çoğunluğu ganimetten pay kapma yarışındayken, vicdan sahibi az bir kesim korkusundan selam dahi veremiyordu…
Bu felakete toplumun ekseriyetinin sessizliğini hangi toplumsal ve etik değerlere, hangi dine, hangi hukuk kurallarına sığdırılabilir. Hangi vicdan evladının, kardeşinin, komşusunun, iş arkadaşının adeta soykırıma varan sivil ölüme mahkum edilmesini kabul eder. Ülkenin en iyi yetişmiş insanlarına; Akademisyen, Öğretmen, Doktor, Sağlıkçı, Mühendis, Mimar, Amir, Memur… üstelik işe alırken Devletin en yetkili makamlarının kırk elekten geçirdiği kamu görevlileri bir gecede nasıl terör yaftasıyla suçlanabilir ve insanların ömrünü verdiği mesleği, işi, aşı bir gecede nasıl elinden alınabilirdi.
Bunu yapanlar ise daha düne kadar birçoğumuzun “Mağdura kimliği sorulmaz” diyerek yardımına koşup el verdiği, fikirlerinden ve yaşantılarından dolayı mağduriyet yaşayan bugünün muktedirleriydi.
Devletin gücünü eline geçirdiklerinde ise yaşanan bu toplumsal felaketi;
-Hukuk uygulansaydı devletten temizlik yapmamız yıllar sürerdi diyenler.
-Suçlu olmasalar da idari bir tasarrufla işten attık diyenler.
-Ülkede yaşanan hukuksuzluklardan kaçan yetişmiş insan gücüne “beyin göçü yapıyoruz” söylemi ise en trajik ve doğru bir tespitti.
Evet beynimiz göçmüştü!
Yılmaz Akgüç